Mark Twain gibi Mississippi nehri kıyılarında yaşamadım. Ve nehir gemilerinde kaptanlığım da olmadı. Ama kimse diyemez ‘Tom Sawyer’ türü bir hikaye de benim yazamayacağımı.. Lakin yeni nesle metropol köylülerine önce sazlığın ne olduğunu, hatta ırmağın, dağın, vadinin, ormanın, gölün, çölün hatta göğün bulutun ne olduğunu anlatmak gerekiyor..
Ernest Hemingway gibi Michigan gölü kıyılarında balık da tutmadım. ‘Yaşlı Adam ve Deniz’i ben yazmadım. Ama kimse diyemez benzerini yazamayacağımı.. Hemingway’ın mezardaki kılçıklarını sızlatmamaktır yazmama sebebim (!)
John Steinbeck gibi Salinas vadisinde de yaşamadım. Ve yeniden bir ‘Fareler ve İnsanlar’ yazacak değilim. Ama elbette ‘Fareler ve İdeolojiler’i yazabilirim..
https://www.ayncalut.com/fareler-ve-ideolojiler/?amp
…….
Bayburt’ta Çoruh vadisinde Pönserek deresi kenarında geçti ömrümün ilk kısmı.. “Kurbağalı Pönserek’teki Sülükler ve Solucanlar”ı yaz deseler, bak işte onu pek beceremeyebilirim.. Çünkü dokunur ucu çok yerlere..
Bir âlemi suğra idi Pönserek.. Derinden bir şarıltısı olurdu, huzur verirdi. Kenarında evelikler büyürdü. ‘Evelik yedi derde devâdur’ derdi ninem.. Ve çimenler ve ısırganlar.. İlk yüzme tecrübelerimiz onda vuku bulurdu. Babam çocukken bir kış günü buz kırılınca girmiş altına. Çok aşagılardan çıkartmış bir büyüğümüz onu ve arkadaşını baygın olarak.. Ben ise çocukken bir kaç defa yaz günü tahta köprüden ve kenardan düştüm suya. Birinde kendim kalkıp çıktığımı iyi hatırlıyorum.. Allah’ın rahmeti işte, ya suya ya çimene düştüm hep..
Kışın buz altında için için, baharlarda Kızıldağ’dan aldığı güçle adeta Çoruh’a imrenip coşkun ve çılgın, yazın asıl yatağına çekilerek, adeta otların arasında saklanıp sessiz sakin.. Akar giderdi..
Mahallenin çocukları olarak bazen birer kağıt kayık veya dal parçası atar, onları ‘haydi benim geemim’ diyerek kenarda yoldan tezahuratla takip ederek beraberce akardık Çoruh’a.. Pönserek’in Çoruh’a kavuştuğu yerde biterdi yarış.. Gemilerimiz Karadeniz’e de gider miydi, bunu hiç bilemezdik..
Dere hatıraları bitmez. Bu faslı uzatmayayım. Dediğim gibi, bir âlemi suğra idi Pönserek. İçinde sülükler olurdu kalın derili. Ensesi kalın.. Hangi taşı kaldırsak altından Sülükler çıkardı.. Kimsenin derisinde iş üzerinde göremezdik ama tombul tombul semirik idiler, kimleri sömürdükleri bir türlü ifşa olmazdı.. Ama vücutlarındaki kan ve ter bir şekilde hepimizindi..
Böylesi semirik sülüklerden biri daha altı yaşındayken sallandırmış Tevfik dedemi Pönserek’e bakan bacalardan aşağı. Sene 30’ların başı. Bacaya serili buğdayı serçeler yemesin diye nöbetçi dikmiş dedemi, çocuk işte, bir anlık dalgınlıkla bir kaç kırkır yani serçe üç beş dâneyi yiyivermiş. Mal sahibi bastonu gırtlağına geçirdiği gibi dedemin.. Oysa onun babası yani dip dedem Bozok’lu Gazi Ali; asker emeklisi, o toprakları işgalden kurtaranlardan.. Bayburt’un asil bir hatunuyla Kadı kızı Mecbure ninemizle izdivac yapmış yerleşmiş Bayburt’a. Bozok’ta nice mülkü varmış. Bu arada, sonraki dönemde dip dedemin Bozok Babayağmur’daki topraklarını gasp etmiş bazı sahtekârlar. Ne Bozok’taki ailesine ne Bayburt’taki ailesine miras verilmemiş.. Çıkar ah, ve de zaten çıkıyor aheste aheste..
Yine o bahsettiğim kan emici sülüklerden birilerinin çocukları için yemişler babamın Bayburt lisesinden ilk üçte mezun olma hakkını. Oysa en iyi üniversite yolu açılacakmış delikanlı Tahir’e.. 60’ların sonları. Bütün notları çok yüksek, nasıl edelim nereden kıralım da bizim çocuklar önde olsun demişler. Edebiyat dersi kompozisyon sınavı en uygun sınav olmuş, yoruma açık görülerek.. Oysa babam onu da en güzel şekilde yazıp vermiş.. Utanmadan da şu sözü açıklayın demişler sınav sorusu konusu olarak; “Kartal da zirveye çıkar yılan da. Kartal uçarak yılan sürünerek”.. Asıl yılanın, asıl sülüğün, asıl solucanın kim olduğu bu gün de o günkü kadar açık..
Seferberlikte cihan harbinde bedel ödemiş şehit ve gazilerin torunları yüz yıldır hayatın her sahasında engel ve zorluklarla karşılaşırken, birilerinin ensesi kalınlaşmaya devam etti. Bu duruma sadece Yozgat’ta Bayburt’ta rastlanmıyor, memleketin çoğu böyle. Imanlı nesiller cephelerde şehit gazi, aileleri geride perperişan olurken münafıklar mürtedler dört koldan sömürdü ve gasp yaptı. Bu günde istanbul boğazındaki yalı ve gökdelenler ahalilerinin kaç tanesinin ataları harplere iştirak etmiştir çok merak ediyorum şahsen. Sabetay vs olanlarını kastetmiyorum bile, diğerleri için diyorum bunu..
Neyse. Bogaziçi’ni bırakalım, dönelim Pönserek’e. Çamurlu kısımlarda solucanlar yuvalanırdı.. Her selde yer ve saf değişirlerdi belki, ama bir şekilde her çamura yeni bataklıklara uyum sağlarlardı.. Aynen kurbağalar gibi solucanlar da çok politik idiler. Asla sülükler gibi semiremezler ama sanki onlara benzemekten ve özenmekten de geri durmazlardı..
Ve hem suda hem toprakta yaşayan kurbağalar.. En çok onların sesi çıkardı. Birileri bir taş atınca susarlardı bir süre. Susarlardı ya.. ‘Çamura taş atma, üstüne sıçrar’ demişler.. Vakitli vakitsiz vraklarlardı. Yayın akışı düzensizdi kurbağaların. Düzenli olansa sürekli yaygara yapmaları idi. Yüzeydeki kurbağa sesleri daha derinlerdeki sülük ve solucanları dikkatlerden kaçırırdı böylece..
Kızıldağ’dan bir rahmet seli geldiğinde ise bütün kurbağalar da sülükler ve solucanlar gibi savrulurdu..
Levent AKINCI