Halife-Sultan Süleyman
İmparator Ferdinand
Hikaye çeşidinden olan ders verici hayvan masalları, yani fabl deyince malumdur ki akla Beydaba veya La Fontaine geliyor. Hikaye deyip geçmeyelim. Şimdi La Fontaine’nin çok ibretlik bir masalını nakledeceğiz ve bunun tarihteki mukabilini bulmaya çalışacağız. Evvelki çağlardaki Avrupa imparatorları ve bağlı krallarına; ve onların devrindeki İslam halife sultanlarına batılı bir mütefekkir olan La Fontaine’nin çok ibretlik bakışını masaya yatıracak ve bazı reddi miras yapan kör ve nankör mankurtlarımıza bir hatırlatmada bulunacağız.. Şarkın Halife Sultan‘ı ile garbın İmparator’u arasındaki en temel farka hasr-ı nazar edeceğiz.. Ve aslında, aynı zamanda şarkın Şeyhülislam‘ları ile garbın Papa‘ları arasındaki bazı farklar da kendiliğinden anlaşılacaktır. Evet, hem seyfiye hem de ilmiye sahasında şark ile garp arasındaki bazı temel farklar bir kez daha hatırlanmış olacak..
ÇOK BAŞLI EJDERHAYLA ÇOK KUYRUKLU EJDERHA
Türk padişahının bir elçisi
Alman imparatoruna gelmiş bir ara.
Tarihlerin yazdığına göre bu elçi
Kendi padişahını övmüş Almanlara.
— Bizim sultan, demiş;
Çok daha kudretlidir sizin imparatordan.
Alman’ın biri üstelemiş:
— Bizimkinin öyle beyleri var ki, demiş;
Her biri bir devletin başıdır,
Her bey ayrı bir ordu çıkarır.
Türk elçisi uyanık adammış,
Lâfın altında kalmamış:
— Evet, demiş; duymuşluğum var;
Başlarına buyrukmuş sizin beyler.
Ama bakın bu durum ne getirdi aklıma,
Olmayacak bir şey, ama oldu, ben gördüm.
Çitle çevrili bir yerde oturuyordum,
Bir de baktım yüz başlı bir ejderha,
Yüz başını birden
Geçirmiş çitin deliklerinden.
Sen gel de korkma,
Kanım donacaktı nerdeyse.
Ama korktuğumla kaldım, o başka.
Ejderhanın başları girdi,
Gövdesi giremedi çitten içeri.
Bitti derken bu korkulu rüya,
Bir de baktım bir başka ejderha;
Bu seferki tek başlı, yüz kuyruklu,
Geldi çitin önünde durdu.
Ben başladım yine
Ecel terleri dökmeye.
Bu ejderhanın tek başı
Giriverince bir delikten,
Gövdesi, kuyrukları muyrukları süzülüp geldi ardından,
Deliği açtıkça açaraktan.
Anladınız mı ne oluyor
Bu iki ejderha?
Biri sizin imparator,
Biri bizim padişah. (1)
Görüldüğü üzere, kendisi Avrupa’lı bir gayrı müslim olmakla birlikte, Halife-Sultan hakkındaki hayranlığını, O’ndaki dirayet ve devleti, iktidar ve izzeti böylesi bir hikmetli ibretlik masalla ifade etmiş.. Üstelik de Osmanlı’nın ‘Süleyman Asrı’na değil, nisbeten daha tahribata uğramış hali olan 17. yüzyılına şahitlik ederekten bu denli bir taltifte bulunmuş..
Aslında herhangi bir ideoloji ve rejim şekli ile, ve öyle iki çift sözle tasvir edilemeyecek derecede aşkın bir nizam olan, ‘Şer’i Şerif ile mukayyed bir Halife-Sultan’ usulünün tüm sair ümera ve ulemaya hakim tek el olduğu ve bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu kısacık masalda resmen haykırmış..
Tarih-i Peçevi’de Süleyman Asrı’nın sayılı devlet adamlarından olan Veziiriazam İbrahim Paşa’nın Kanuni tarafından katledilmesine dair bir kaç sebeb sayılır. Tedbirsizlik sonucu İran seferini uzatması ve kış soğuklarında askeri kafi derecede barındıramaması, haksız yere Defterdar İskender Çelebi’yi şehid ettirmesi vs zikredilir. Ve devamla şöyle der Peçevi:
“..Bunlardan başka Olama ve pespaye Kızılbaş takımı, İbrahim paşa’ya koltuk vererek şöyle diyorlardı: ‘Şah’ın, Sultan ünvanını taşıyan bir çok büyük idarecileri ve hakimleri var iken ve Padişah’ın devleti ve saltanatı ondan nice mertebe fazla iken, size dahi ve Sultan denilmesi niçin caiz olmaya? Hususiyle Hulefa zamanında Veziriazam makamında olan ihtişam sahiplerine de sultan ünvanı verilirdi’.
İbrahim Paşa bu sözlerden şıltanmış ve kendisine Sultan ünvanının verdirilmesini kalbine koymuştu. Hatta Padişah, orduya kavuşmazdan önce ‘Serasker Sultan Emridir’ diye nida eden dellalleri İskender Çelebi men etmişti ki, İbrahim Paşa’nın İskender Çelebi’ye olan kini de buradan başlamıştır.
Padişah tekrar Tebriz’e geldiği zaman dahi, İbrahim Paşa (Sultan) sözünü verdiği emirlere yazdırır ve dellallara da böyle nida etmelerini tenbih ederdi..” (2)
‘Harbetmek için Şah’a karşı başımızda Şah gerek’ diyerek orduları bizzat kumanda etmesi için Kanuni’nin beklenmesi cihetinde bazı askerlerin de talebinin yoğun olduğu ve Osmanlı’nın en uzun süreli doğu harekatlarından birisi olup, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab’a girildiği için Irakeyn seferi de denen, ve Selim Han’ın Çaldıran zaferinden sonra bir kez daha şiilerin ağır bir yenilgiye uğratıldığı ve Tebriz-Bağdat ve bir çok beldenin fethinin nasip olduğu 1533-1534 İran-Irak seferi sırasında; Veziriazam İbrahim Paşa, Padişah’dan aldığı emir mucibince hazırlıkları yaptığı Halep’den yola çıkarak orduyu Serasker vazifesi ile kumanda ederek Tebriz’e sokmuş, ve arkadan İstanbul’dan gelmekte olan Padişah’ın kumanda ettiği birlikler ile birleşilmiş, oradan birlikte Bağdat üzerine varılmıştı.
Bu sırada, kim bilir belki de; İstanbul’dan gelmekte olan Padişah ve ordusundan bir ara haber alınamayınca Halep’den Tebriz’e doğru epey mesafe kat etmiş ve hedefe yaklaşmış olan Paşa ordusu içinde ‘Şaha şah gerek’ diye kendilerini ilk defa başlarında Padişah olmaksızın büyük bir seferde hisseden bazı askerlerin bu vesvesesini giderme mazereti ile de olsa, Osmanlı tarihinde ilk defa Padişah harici ve veliahdlığı da olmayan birisi ‘Sultan’ ünvanını kullanmaya başlar. Halbuki Padişah zaten çok geçmeden Tebriz’e yetişmiştir, lakin Paşa bu ünvanda ısrar etmiştir. Ve Şah’ın eski yardakçılarından arta kalanların verdiği akıl; ‘Abbasi Halifeleri zamanında da durumun böyle olduğu’ idi. Bundan da iyice cesaretlenen veya kılıfı tamamlamış olan paşa çok büyük bir fitnenin kapısını açmaya çalıştığının farkında değildi..
Malumdur ki Abbasi Halifeleri gerek Bağdat devrinin son asırlarında gerek Kahire devrinde, bazen adeta konu mankeni gibi olmaktaydılar. Yani bazen ‘sulta’sız, güçsüz, sadece kağıt üzerinde ve sözde bir makam olarak kalıyorlardı. Doğuda batıda çeşitli sultanlar her biri kendi devletini sürdürüyor kendi nevbetini vuruyordu. Elbette de umumiyetle halifeye bir biat vardı, ama merkezi idare yoktu, bu durumdandır ki Haçlı ve Moğol işgallerine ve Karmati-Haşhaşi-Şii-Harici vs fitnelere karşı Ümmet’i kafi derecede ilimlendiremedi ve teşkilatlandırıp gazaya sevk edemedi, yeterince organize edemediler. Bundan sebebdir ki, bidatçi veya baği fırkalar güçlendi, ve işgaller def edilemedi; Abbasi yıkıldı ve Bağdat işgal edilip halife şehit edildi..
Bundan sebebdir ki, Allame İbni Abidin’in de vurguladığı gibi, Selim Han’ın Mısır fethinde Ehli Sünnet Ulema direnç göstermedi derhal biat ettiler, zira artık ‘Halifelik’ ile ‘Sultanlık’ bir olacak, o kutsal makam üç kıtaya hakim bir sulta kazanacaktı, Selef asırlarındaki gibi üç kıtaya futuhat yapmaya, karadan ve denizden bir çok akın ve fetihlere imza atmaya, ve ümmetin can ve namusunu muhafaza etmeye devam edecekti..
Degil Sultan Bayezid Gazi emri ile Kemal Reis’in Endülüs müslümanlarının imdadına yetişip on yıllarca Akdeniz’de haçlı ile vuruşup hatta Malaga’yı bile bir ara yeniden fethetmesi gibi bir mücadele ortaya koyup ümmete kalkan olmak; Afrika’yı Umit Burnu’nu dolaşıp Cezire’ye saldırıp Cidde’yi topa dizip Mekke’yi tehdit eden Haçlı karşısında bile bir şey yapamayan; ve dahası, bu davayı omuzlayan, Avrupa’ya karşı Endülüs için harekete geçmiş olan gazâ devleti Osmanlı’yı da Tunus Hafsi sultanlığı ile eş zamanlı olarak sırtından vurarak iki üç ateş arasında bırakan Memluk Hilafeti’nden;
‘Süleyman Asrı’ başta olmak üzere; Şimal’de Kafkaslar ve Kırım’dan Cenub’da Yemen’e Habeş’e, Mağrib’de Fas’dan Maşrık’da Turan illerine Hind’e, Sumatra’ya.. Ümmeti toparlayan ve hamilik yapan ve başta Doğu Avrupa’da olmak üzere yüzyıllarca ardı arkası kesilmeyen fetih ve akınlara imza atan; Akdeniz’i adeta bir islam iç gölü haline getirip üç kıtanın da en kilit ve verimli topraklarını Akdeniz havzasını, ipek ve baharat yollarını elinde tutan; Türkistan’daki Şeybani Özbek devletinden Sumatra-Açe Darusselâm sultanlığına, Pakistan Gücerat sultanlığına, Fas’dan Habeş’e tüm memalik-i İslam’a el uzatan ve hepsinin ümerasının da ulemasının da biatını alan, hepsinin gönlünde taht kuran; Haçlı Avrupa’ya karşı Salahaddin ve Baybars devrindeki Şam önlerindeki var oluş savaşından da öte; düşmanı direk kendi topraklarında ve okyanuslarda vuran, Atlantik’den Hint Okyanusu’na uzanan bir cihangir Osmanlı Hilafeti’ne dönüşecekti..
“İmam Kalkandır” hadis-i şerîf. Ümmete kalkan olamayan ve sadece bir sembolik makam haline getirilen Hilafet artık eski günlerdeki gibi bir Sulta sahibi idi Selim Sultan ile.
Adem-i Merkeziyetçilik demek bile az gelir Abbasi’nin bazı dönemlerine. Öyle ki; Halife’nin daveti üzere Tuğrul Bey kısa ara ile iki defa Bağdat’a girip malum darbeleri indirmese, Şii çeteleri halifeyi şehit edecek, başa Şii Büveyhi bir halife geçirecek veya Mısır’daki Şii Fatımi devletin sözde halifesine tabi kılacak ve tüm ümmeti rafızileştirmeye çalışacaklardı.. Öyle ki; şanlı Sultan Salahaddin ve Zengi’ler olmasa Haçlılar Urfa ve Kudüs’den sonra Hicaz ve Bağdat’a da yürüyecek ve İslam’ı yok etmek isteyeceklerdi.. Öyle ki; sonunda Halife, Şii Tusi ve Alkami’lerin de ihaneti ile Mogol Hülagu tarafından şehid ettirildiği halde hiç bir müslüman bu belayı def edememiştir, neyse ki Hilafet-i Abbasi, Sultan Baybars’ın şanlı cihadı vesilesi ile Kahire’de devam ettirilebilmiştir.. Böylece bu kurum ilk Türk Halife olacak olan Selim Han’a, ondan da son Halife olacak olan Muhammed Vahiduddin Han’a dek sürmüştür.. Tuğrul Bey, Sultan Salahaddin, Sultan Baybars, Sultan Murad ve daha nice büyüğümüz Sultan ve Bey ünvanlarını Halife lehinde kullanmışlarsa da, diğer bazı emirler böyle yapmamışlardır. Bazısı isyan bayrağını çekip bağımsızlığını ilan etmekten de öte, Hilafet’e karşı şii ve işgalci düşmana işbirlikçi bile olmuştur.
Endülüs nasıl vakti gelince Tavaif-i Müluk devletçiklerine tefrik olmuşsa; Abbasi de bir şekilde müstakil devletçiklere tefrık olmuştu ve Halife sadece kağıt üzerinde sözde bir Emir’el- Müminiyn haline gelmişti..
Hilafet; Halife-Sultan 1. Selim, Halife-Sultan Süleyman ve sonraki Padişahlar eliyle asli misyonuna, Ömer Bin Abdulaziz ve Harun Reşid, Mutasım vs zamanlarındaki gibi, lazım olan izzet ve dirayete geri döndürülmüştür..
İbni Haldun da bu hususta, adem-i merkeziyetçilik, çok başlılık, ve parçalanma tehlikesine dair çok şey söylemiştir, kısa bir nakille iktifa edeceğiz:
“..Böylece bu işleri ona havale eder ve Vezir’in emirliği ve idareyi ele alması iyice sağlamlaşır. Sonuçta devlet onun eline geçer, ve o da devlet görevlerine kendi aşiretini ve oğullarını getirir. Doğuda (Hilafet-i Abbasi topraklarındaki) Büveyhoğulları’nın, Türkler’in, ve Kafur El İhşidiler’in; Endülüs’de ise Mansur Bin Ebu Amir’in durumu böyledir.
Bazen de devlet yönetiminde etkisiz hale getirilen hükümdar her şeyin farkına varır ve başkalarının kendisi üzerindeki etkisinden kurtularak idareyi tekrar eline alır. Onların etkisinden kurtulması ya onları öldürmek, ya da onları sadece bulundukları makamlardan almak suretiyle olur. Ancak, başkalarının etkisi altına girmiş hükümdarların bu durumdan kurtularak tekrar idareyi ellerine almaları çok az görülen bir durumdur..” (3)
İşte.. Çok başlılığın, hem gayrı Şer’i hatta bazı Tuğyani, hem de görüldüğü üzere Fıtrata ve Sosyoloji kaidelerine ters nizamlar olduklarını bir kere daha hatırlattı bize bu masal..
Şûra çok başlılık değildir haşa. O başka. Nitekim Abbasi ve Osmanlı’da, Divan toplantıları ile Şurâ hükmüne riayet edilmeye çalışılmıştır ve zaman zaman çok hayırlı bereketli kararlar alınmıştır. Elbette ki Raşid Halifeler Radıyallahuanhum ve devirleri ile kıyas edilmez. Ama İttihatçı ve Kemalist zenadıkanın iddia ettiği gibi bir istibdad yoktu Osmanlı Padişahlarında. Bunlar iftiradır. Bu meselelerde Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum bir çok kitap ve makale kaleme almıştır. İlgilileri oraya havale ederim. (4)
Hatırlayalım, Sultan Fatih’in vefatı ve Sultan 2. Bayezid’in cülusundan sonra Şehzade Cem ile çok büyük bir fitne yaşanmıştı. Büyük kardeş olan Şehzade Bayezid Amasya valisi, Şehzade Cem de Karaman valisi idi. Neticede Bayezid’in iki damadı da olan Rumeli Beylerbeyi Hersekzade Ahmed Paşa ile Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa vs devlet erkanı; Karamani Mehmed Paşa ve sair bazı kimselerin çeşitli hilesini de bertaraf edip Bayezid’i davet eder. Bu sırada vefat haberini alan Yeniçeriler iskelelere inmiş İstanbul’a geçip ve ‘Bayezid çok yaşa’ diye nümayişlere başlamış, ve mani olmak isteyen Karamani Mehmed Paşa ve Fatih’in hususi tabibi Yahudi Yakup Paşa’yı (Fatih’in ani ve şüpheli vefatının da tesiri ile olsa gerek) öldürmüş, hatta Bayezid’in oğlu Korkut’u babasına vekaleten tahta geçirip İstanbul sokaklarında dolaştırmış bulunuyorlardı. Yani devlet ve ordu tepeden aşağıya umumiyetle Bayezid yanlısı idi. Ve büyük kardeş Bayezid idi..
Bir süre oyalanmış olan Bayezid yola çıkar ve Üsküdar ve İstanbul’a varıp oğlu Korkut’dan saltanatı resmen devralır, İstanbul’da Ehli Hal Ve’l Akd ulema ve ümera huzurunda cülüs olur. Yani oğlunda yapıldığı gibi bir Yeniçeri ihtilalinden de öte bütün devlet erkanı ve eşraf ve ordu huzurunda tahta geçer, biat edilir. Ertesi gün de babasının cenaze namazını kılıp defn eder.
Buradan da devletin bir gün bir saat bile başsız kalamayacağı, cenaze namazı gibi bir vecibeden bile daha elzem ve acil olduğu bir kere daha hatırlanmış oldu. Hatırlayalım, bilateşbih, Resulullah Aleyhisselatuvesselam vefat ettiğinde, daha defnedilmeden Sahabe toplanıp bir halife seçmişti. İslam Devleti’nde emirlik bu denli ehemdir. Ya devlet başa ya kuzgun leşe demişler. Ve devletin de, imamsız kalmaya tahammülü yoktur!..
Taht tac merakı olmayan Bayezid, önce babası Sultan Fatih’in vefatına çok derinden sarsılmış, yas ve hüzünle ve üst üste ısrarla gelen mektuplardaki gelin davetine tereddütle bakarak geçirdiği üç beş günü de vakitten kaybettiği halde ve de dokuz günlük seyahatten sonra neticede Dersaadet’e varmış ve Ehli Hal Ve’l Akd huzurunda tahta geçmiştir..
Fakat sonradan Şehzade Cem buna itiraz eder. Bayezid tüm dirayeti ile bastırmasa gevşek davransa idi ikinci bir fetret devri bile yaşanabilirdi. Karamanoğlu Kasım Bey’in de kışkırtmasıyla saldırıp istila ettirdiği Bursa’ya gelip sultanlığını ilan edip, adına hutbe okutup para bile bastıran ve, bu sırada Üsküdar’a geçip üzerine büyük bir ordu ile sefer hazırlığı yapan Bayezid Han’a büyük halaları Selçuk Hatun’u aracı gönderip mevcut durumun kabullenilmesini ve ülkenin iki kardeş arasında bölüştürülmesini talep eden Şehzade Cem’e, Sultan Bayezid kesin ve net cevaplar verir. Daha sonra da kılıçlar konuşur. O dönemi anlatan kaynaklardan bir beyit ile nasıl kestirilip atıldığını görmek mümkün:
“Çü şeh baştır memleket ana ten
Yaraşmaz iki başlı olmak beden“
Daha sonra kendisine desten veren Memluk’lu Sultan Kayıtbay himayesinde Mısır’a giden ve ordan da Hac’ca gidip gelen Şehzade Cem çok ısrarcıdır. Çeşitli savaşlar olur. Hepsinde de maglub edilir. Sürekli Memluk himayesi ve Karamanlı kışkırtmalarıyla da aldanan Şehzade Cem, bir kere daha müzakerelere girişir ve yolladığı mektupta tekrar eden ülke bölüşme talebine Sultan Bayezid’in cevabı şudur:
“Aydınlık gönlünüze gizli değildir ki; Rum diyarı baştan ayağa örtülü nazlı bir geline benzer. Öyle iki güveyin nişanını kaldıramaz. Ve ortaklık kahrın götüremez. Bu sebeble kötülük tekliflerine (Kışkırtmalara) kulağınızı tıkayasız. Boş yere atınızı gayret dizginleriyle yorgun düşürmeyesiz ve temiz eteklerinizi müslümanların kanlarıyla haksız yere kirletmeyesiz. Şerefle ve mutlulukla Kudüs-i Şerif’de konaklamayı seçseniz, ol kutsal topraklarda yerleşseniz ne olur? Şimdiye kadar kendinize ait hazineniz gelirleri ne ise her yıl hepsi noksansız katınıza yollanacaktır. Bunu hünkar and içmiştir“. (5)
Görüldüğü üzere Şehzade Cem sürekli memleketi pay etmekten bahsediyor, Sultan Bayezid ise bu tür bir paylaşma-parçalanma ya da iki başlılık gibi metodları şiddetle red ediyor, böylesi çözümlerin sadece memleketin ve devletin ifsadına mahvına sebeb olacağını belirtiyor. Ki doğrusunu yapmıştır.. Tıpkı Serasker Sultan ünvanını kullanan Veziriazam İbrahim Paşa’yı katleden Halife-Sultan Süleyman’ın yapacağı gibi..
Hülasa; Endülüs Emevileri Tavaif-i Muluk devletçiklere bölündüğünde, keza Abbasi Hilafeti de müstakil devletçiklerden müteşekkil hale geldiğinde, ve Osmanlı Hilafeti de evvela bazı şımaran Ayanlar ve sonra da Mebuslar ve çeşitli kişi ve kurumlar ile Halife’nin yetkilerinin adeta pay edilmeye çalışıldığı son asrında yıkılmıştır..
Keşke bazı yerli münevver(?)lerimiz de elin La Fontaine’si kadar basiret sahibi olsalardı da bu hakikatleri idrak edip reddi miras yapan mankurtlar olmasalardı..
Levent AKINCI
Atat. Üniv. Psikolojik Danışmanlık
Marmara Üniv. Tarih Yüksek Lisans
Dipnotlar:
(1) “Jean De La Fontaine“. TÜRKİYE İŞ BANKASI Kültür Yayınları. Masallar. Çeviren Sabahattin EYUBOĞLU. S. 25.
(2) “Peçevi Tarihi“. Murat URAZ muhtasar tercümesi. Neşriyat Yurdu. 1968. S. 104.
(3) “Mukaddime“. İbni HALDUN. Y.Ş. Gazetesi Kültür Armağanı. 1. Cilt. S. 261.
(4) “Hilâfetin İlgasının Arka Planı”. Mustafa Sabri Efendi.
(5) “Kayı“. Ahmet ŞİMŞİRGİL. Ktb Yayınları. S. 17-24.
( Evvelce “İnkişaf Tarih” dergisi 4. Sayısında yayınlanan bu makalemizi bir iki eklemeyle yeniden ve herkesin erişebileceği şekilde buraya koyduk )