İslam Devleti Emânında Komşuluk Modeli
Asrımızda, “çeşitli din mensuplarının bir arada ve birbirine tecavüz etmeden, adil bir idare altında insanca bir hayat sürmesi” gibi içi doldurulmaya muhtaç, ve de çoğu kez hümanist ve demokratik küfürlerle doldurulan sloganlar, ve gulat-ı mürcie kelamları ayyuka çıkmış ve bir kısım avamın da kafası bu bahiste allak bullak edilmiş, din-akide diye bir şey bırakılmamacasına insanlar ifsad edilmişlerdir. Bu makalemiz bu fitnelere de bir cevap mahiyetinde olduğu gibi, nakilden ve de tarihten çok hikmetli ve ibretlik kesitler de sunarak meseleyi Şer’i çerçevede izahata kavuşturmaktadır..
Makalemizin başlığında “Zımmi” (1) değil de “Gayrı Müslim” (2) lafzının kullanmamız kasıtlı ve bilinçlidir ve bu lafız ilkine göre daha şumulludur. Zira İslam’a göre; İslam üzere iken dinden dönen (Mürted) ve kendisine müslüman diyen, dinden gözüken ama gulat derecede Ehli Sünnet’den sapmış olan fırka ve şahıslar (Zındık) bir yana; Ehli Kitab olsun Müşrikler vs olsun tüm “Asli Kafirler” (3) diye tarif edilenler yani bildik “Gayrı Müslimler” ancak şu dört çeşit tarifle tasnif edilir: (4)
- a) Zımmi b) Müste’men c) Muahid d) Harbi
Şimdi başlangıç olarak bu dört vasfın özelliklerine ve farklarına bakalım. Zira Osmanlı da tıpkı Abbasi ve Emevi gibi; “Şer’iat-ı Muhammedi” ve onunla terbiye edilebildiği kadarıyla “Örf” ile idare edilen bir “İslam” devleti idi. Mezhebinde “Ehli Sünnet Vel Cemaat-Hanefilik” ve Örfünde “Türk” töresi ağır basan bu devletin, umumi manada evvelkilerin bir devamı olduğu ve zamanın getirdiği bazı yeni müşküllere karşı bazı içtihadlarıyla daha da zenginleşmiş olsa da aslı itibarıyla evvelki İslam devletlerinin tabii bir süreçte zuhur etmiş devamı ve varisi idi.. (5)
Dönersek bahsettiğimiz başlıklara; Gayrı Müslimler, Müslümanlar tarafından o dört suretten birisine hükmedilerek tasnif edilirler..
Zımmi: Devletin fethettiği memalikte islam olmayı kabul etmeyen ve kendilerinin can, mal, namus ve dinlerinin muhafazası ve serbestiyeti karşılığında kendilerinden cizye ve toprak işliyorlarsa haraç da aldığı gayrı müslimlere denir. Tarifinde ve icrasında bazı fıkhi ihtilaflar olsa da aşağı yukarı böyle bir tarif cumhur ulemanın görüşünü ifade eder diyebiliriz..
Müste’men: Devlet-i İslamiyye’nin kendilerine, islam memleketlerine girip çıkabilmeleri için ’eman’ verdiği gayrı müslimlere denir. Bu türden, elçi, tüccar, seyyah vs gayrı müslimler, ellerinde eman belgesi ile belli şartlarla serbestçe dolaşabilirler ve belirlenen kaidelere riayet etmek şartı ile emniyet içinde giriş çıkış yapabilirlerdi.. Aşağıda zımmi için sayacağımız ‘dokunulmazlıklar’ ve ‘imtiyazlar’ın bazısı eman verilmiş gayrı müslim için de geçerli idi. Velev ki bizim vatandaşımız olmasa da, neticede eman verildiği için eman süresi -ki bir yılı aşmaz genelde- ve şartları çerçevesinde malum bazı dokunulmazlıkları vardı, ve verilen emanı ve ahdi bozan taraf olmamamızı emreden ayetler ve hadisler bu konuda işi sıkı tutmuştur.. Bir çok yabancı gayrı müslim tüccar, seyyah vs asırlarca Asrı Saadet ve, Emevi, Abbasi ve Osmanlı topraklarında eman karşılığında ticaret ve seyahat yapabilmiş ve bu esnada adalet ve ihsandan başka bir muamele görmemiştir. Olası bazı istismarları devlete bildirdiklerinde devletin derhal haklarını iade edip emana riayet edilmesini sağladığı ve müste’men tüccar ve seyyahların haklarını koruduğunu elimizdeki belgelerden rahatlıkla görebilmekteyiz..
Muahid: İslam Devleti bir gayrı müslim devlet ile bir süreliğine muahede yaptığında, -ki bu genelde on seneyi aşmaz- mesela bir başka devlete karşı belli konularda bir ittifak veya karşılıklı dokunulmazlık-savaşmazlık gibi bir anlaşma yaptığında, mesela; gayrı müslim olan devlet tarafında yani ‘darul harb’de yaşayan müslümanlara eman verilmesi vs karşılığında islam devleti de o devletin vatandaşlarına kendi memleketinde veya hariçte eman verebilirdi. Bu durumda karşılıklı bir ‘dokunulmazlık-eylemsizlik’ anlaşması olduğu için o gayrı müslim devletin memleketine ‘anlaşmalı darı harb’ de denirdi. İslam ahdi bozmayı yasaklamıştır. Verilen sözün tutulması lazımdır. Ne o darı harbdeki müslümanlar muahede yapılan o küfür devleti hudutları içerisinde anlaşmaya ters herhangi bir hareket içerisinde olmuşlardır, ne de İslam devleti kendisine gelip giden muahidlere herhangi bir zarar vermiştir.
Harbi: Yukarıdaki üç sınıfa da dahil edilemeyen ve kendileri ile harp içerisinde olduğumuz veya harpler herhangi bir nedenle bitmiş bile olsa, adı konmamış bir durgunluk dönemi olsa bile, bir hükme bağlanmadığı için sair gayrı müslimlere harbi yani muharebe içinde olduğumuz düşman denir. Görüldüğü yerde kanı heder kabul edilebilirdi.. Nitekim bazı savaşlardan sonraki on yıllar boyunca akıncılar Avusturya veya Venedik vs devletlere akınlar yapmıştır, ta ki işi o devletlerle belli bir muahedeye bağlayana dek.. Zaten karşı taraf da aynı muameleyi imkan bulursa fazlasıyla müslümanlara yapmaktaydı, üstelik de sivil asker kadın çocuk yaşlı ayırt etmeksizin..
Bu meselede şöyle bir genel tarif de vardır; İnsanlar üç kısımdır; a) Müslümanlar b) Muahidler c) Harbiler. Burada Muahid yani ahitleşilmiş-anlaşılmış-söz alınıp verilmiş manasında hem anlaşmalı ülke vatandaşları hem de eman verilen seyyahlar, her ikisi de kastedilmiştir. Neticede bildik muahid ülke vatandaşları ile bireysel olarak eman alan müste’menler her ikisi ile de artık o anda savaşılmıyor ve can ve mal emniyeti teminatı ahdi veriliyordu, buna binaen bazı mücmel tariflerde böyle ikisi bir başlıkta da ele alınabiliyor. (6)
İşte bu tasnif ve tariflerde asılda usulde icma olmakla beraber, furuatta bazı ihtilaflar olmuştur ulemamız arasında. Yani şöyle ki, mesela; selefi salihiyn olsun halef ulema olsun, bazısı arasında ‘Kimler zımmi olabilir’ sualinin cevabında bazı ihtilaflar olmuştur. ‘Ehli Kitab’ gayrı müslimlerin zımmiliği zaten ayetlerle hadislerle sabit olduğu için bunda ihtilaf yoktur. Lakin, Ehli Sünnet Ulema’dan bazısı sadece Ehli Kitab kafirlerin, yani ‘Hıristiyan’ ve ‘Yahudiler’in zımmi olabileceğini, diğerlerinin ya katledilip ya da islam olması zorunluluğu olduğunu; bazısı ise bunların yani Ehli Kitab’ın ve ayrıca Zerdüşti, Budist vs tüm sair din mensuplarının da, İslam olmayı kabul etmezler ama isyan ve savaş da yapmazlarsa; yani dilerlerse İslam olmayıp zımmi ‘vatandaş’ olarak kabul edilebileceğini beyan etmişlerdir. Ki cumhur bunda karar kılmıştır ve bin küsur sene de hemen hep böyle icra edilegelmiştir diyebiliriz..
Zımmi, Müste’men ve Muahidlerin; sebebsiz yere canına malına ve namusuna kastedilemezdi, bunu şiddetle men eden tehditvari ayet ve hadisler ve fetvalar mevcuttur. Kimse emirin idarecinin veya kadı mahkemenin bir kararı ve infazı olmaksızın ve anlık bir nefsi müdafaa vs yani arizi zaruri bazı haller olmaksızın bir zımmiye zarar veremezdi. Ve devletçe belirlenen ve yine devlet tarafından tahsil edilen cizye, ve haraç vs tahsilat dışında kimse bir zımminin malına el uzatamazdı. Benzer kaideler müste’men ve muahid için de böyledir.
İster zımmi ister müste’men ve ister muahid olsun; bir ahid verilmiş-alınmış bir hukuk oluşmuş olan bu gayrı müslimlerin can ve mal emniyeti tahhüd edilmiş oluyordu böylece. Fakat sadece can ve mal emniyeti ile sınırlı değildi verilen haklar ve beklenen sorumluluklar; bilhassa “Zımmiler”in, yani “Vatandaşımız” olan gayrı Müslimlerin; Din ve ibadet-mabed, can mal namus izni-emniyeti, kıyafet, şeair, içki, çan, haç, düğün ayin vs, mezhebi cemaati, muhakeme dava, ikamet, seyahat, ticaret, ziraat, zenaat, memuriyet, vergiler vs bahislerinde, zımmi olmayan sair kafirlere ve harbi kafirlere kıyasen bir çok imtiyaz ve farkları vardı. Buna temas edeceğiz..
Hazreti Ömer Radıyallahuanh yaşlı ve ama bir yahudiyi perişan vaziyette dilenirken gördüğünde, gençliğinde bize cizye vermiş bir zımmimizi ihtiyarlığında böylece mağdur edemeyiz diye düşünerek adama beytulmalden maaş bağlatmıştır.. Yine O’nun devrinde islam orduları Suriye’de bazı şehirlerden çekilmek zorunda kaldıkları zamanlarda o şehirlerin gayrı müslim ahalisine, artık onlara emniyet sağlayamayacakları için aldıkları cizyeyi geri iade etmişler ve bu adlu ihsanı gören gayrı müslim ahali de İslam devleti lehinde Bizans aleyhinde istihbarat yapmışlardı.. (7) Osmanlı Doğu Avrupa’dan çekilmek zorunda kaldığı savaşlar ve kargaşa döneminde sürekli iç taraflara doğuya hicret eden bir çok Balkan Müslümanı gibi kendileri de içerilere göç eden bazı Katolik-Hıristiyan Polonyalı’ların, İstanbul’da bu gün Polonezköy dediğimiz yerde iskan edilmelerinden bile rahatlıkla anlayabiliriz Osmanlı’nın adaletini ve gayrı müslimlere olan adlu ihsanını.. Avusturya ve Rusya, Prusya gibi emperyal düveli muazzamaya yem olmaktansa Osmanlı’nın azınlığı olmayı tercih eden bir grup muhalif Polonyalı aile İstanbul’a göçmüştü ve hala daha aynı yerde torunları yaşamaktadır.. (8) İstanbul Fatih tarafından muhasara edildiğinde, Bizans başbakanı konumundaki Notaras’ın ‘İstanbul’da kardinal şapkası görmek yerine sultan sarığını görmek daha iyidir’ sözü de ve benzer nice sayısız varidat da bu adalete ihsana delildir.. (9) Orhan Gazi tarafından zabtedilen İznik Hıristiyanları gördükleri adlu ihsana mukabil ‘Nolaydı evvelce bunlar bize bey olaydı’ diye hayıflanmışlardı. (10) Hasılı tahsile, malumu ilama lüzum olmasa, ve arife gülistan şart olmasa bir gül kafi olsa gerek..
Şu da anlaşmalı darı harbe iyi bir örnektir; Emevi Arap İslam orduları İstanbul’u muhasaralarla bunaltınca kuşatma şu şartla kaldırılır, Galata tarafında bir müslüman koloni kurulacaktı, ticaret ve sair hayatlarına Bizans karışmayacak ve kendi işlerinde davalarına bakan bir kadıları olacaktı, din, can, mal ve namus emniyeti sağlanacaktı. Bu eman ile asırlarca belki hemen her devirde bir şekilde İstanbul sur dışında müslüman bir halk yaşadı. Zaman zaman Bizans ahdi emanı bozup katliam ve zulümler de yaptı, ama belli ki ticareti canlı tutmak ve ekonomide bir ayağını da İslam memleketlerinde olması -tıpkı Ceneviz ve Venedik kolonilerindeki gayedeki gibi- için, tekrar eman vermek zorunda kalmıştır. (Abdullah El Battal Gazi’nin bir keresinde büyük bir intikam saldırısı yaptığını biliyoruz. Zira Bizans emanı bozup binlerce müslümanı bir anda şehid etmişti) Galata ve civarı yani Sur dışındaki çeşitli kolonilerin varlığına müsade edilmesinin de arka planında ticari ve diplomatik, siyasi temasların canlı tutulması arzusu vardır. (11)
Osmanlı da bunu biraz daha sıkı tutarak devam ettirmiştir. Yahudiler, Karaim Yahudileri ve sair gayrı müslimlerin olduğu Galata, Karaköy, Hasköy ve civarı daha sonra da Endülüs’ten gelen Yahudiler için de bir mekan olmuştur. Fetih’den sonra Galata zımmileri ile bir zımmet akdi yapılmış, Cenevizliler’e de ahidname verilmiştir. (12) Yazık ki devletin yıkılış devrinde de en büyük zararı ‘Galata Bankerleri’ dediğimiz bazı Yahudi aileler ve de ‘Dönmeler’ veya ‘Avdetiler’ diye meşhur ‘Sabatayist’ bir kısım, en yoğun olarak Selanik’te yaşayan ve çoğu Selanik ve İzmir’li olan bazı aileler ve sair bazı azınlıklar vermiştir.. (13) Elbette sadık vefalı zımmiler de yok değildir..
Son asırdaki Ermeni hadiseleri ve tehcirinin ise, (ki asıl banileri failleri İttihatçılardır) ardında yatan asıl sebebi anlamak için belki de sonuçtan yola çıkmak gerek. Yani; Ermeniler 1915’te sürüldüğünde onların taşınır taşınmaz nice mal varlıkları sonra hangi ailelere geçti, ve 1923-24 nüfus mübadelesinde sadece Türk ve sair Balkanlı mazlum Müslümanlar mı getirtildi yoksa bu fırsatı yaratıp da bir o kadar da Selanik ve havalisinden binlerce Sabatay da mı getirtildi, ve bu gelen bir kısım Selanikliler bu gün nerelerdedirler, mal varlıklarının öyküsü nedir, son doksan senedir ve hala daha en zengin elit kimse ve zümreler neden hep aslen Sabatay ve Yahudi çıkıyor; bu babda yazılmış bir çok tarihçinin kitapları ayan beyan elimizdedir ama bakar kör mü olduk nedir; ve TBMM’de 1924’te yaşanan meşhur ‘Karakaşzade Rüşdü Hadisesi’ ve kayıtlara geçen Sabatay cemaatleri arası tartışmalar ve o tartışmaların içerikleri nedir, dönemin gazetelerinden atışmaya devam eden ‘Karakaşlar’ ve ‘Kapancılar’ namlı iki büyük Sabetay taifesi-cemaati arasında nasıl konuşmalar geçti ne manşetler başlıklar atıldı, (14) bu suallerin cevabı ile Ermeni tehcirinin sebeb ve sonuçları hakkında daha sağlıklı bir yargıya ulaşacağımız kanaatindeyim.. En azından, Ermeniler neden sürüldü sualinin yegane cevabı bulunamasa bile, bundan en çok kimler nemalandı suali cevap bulmuş olacaktır..
Zımmi, Müste’men, Muahid, Harbi vs bahsettiğimiz kavramların tariflerinde, usulünde aslında ulema ve ümeramız müşterekse de, bazı füruata girdikçe ihtilaflar olabilir. Fıkhi incelikler bizi aştığından, kısaca bu tasnifi nakledip devam edelim.
Bu arada; “müslim-gayrı müslim” demişken, çok mühim bir meseleyi isbat ve izaha kendimi mecbur hissediyorum; “Gayrı” Müslim demek, islamdan gayrısı-ötekisi demektir. Her dinde ötekiler, dinin dışında kalanlar “Tekfir” (15) edilir. Tekfir’in olmadığı bir din yoktur. ‘Ne olursan ol, öylece çık gel, bendensin’ gibi bir akidesi olan din, din değildir zaten. Osmanlı kanunnamelerinde zımmilerle alakalı kısımlardaki “Kefereye Mahsus Ahvâli Beyan Eyler” (16) gibi başlıklarda da görüldüğü üzere gayrı müslimlere açıkça kafir denir.. “Gavura gavur demeyeceksin” kuralı, İttihat’çılık ve Jön’lüğün ilk çekirdeğini oluşturan Tanzimat’çıların kafasıdır, İslam hükümlerine aykırıdır, ve bunda yani kafire kafir demekte kişisel manada bir tahkir yoktur, bu bir müslümanın imanının tabii neticesidir. İslam’ın vela-bera ahkamının en mühim vecibesidir.. Ancak her mekanda yüze haykırmak lazım gelmez hatta doğru değildir denebilir, bu başka bir adabtır. Bu manada gavura gavur dememek kabul edilebilir, yani her fırsatta yüzüne bunu çarpmamak.. Veya, zımmi bir kafir ile harbi kafir, düşmanlıkta birmiş gibi gösteren ve yani ikisini de hain ve düşman gibi gösteren bir hava veriyorsa bazı lafızlar farklı yerlerde farklı surette kullanılabilir. Ki, Zımmi vatandaşımız ile Harbi düşmanlar, Ahlaklı ile Ahlaksızı, Düşmanlık edenle etmeyeni, Ebu Talip gibisi ile Ebu Cehil gibisi karışmasın karıştırılmasın.. Biz müslümanlar zaten asırlarca her daim bu farkları temyiz ederek muamelelerde bulunduk. Lakin tekfiri toptan ortadan kaldırmak demek, diyalog ve hoşgörü sloganıyla yola çıkan bir kısım “Hümanist”lerin, esasen evvelce bir kaç dini birden “Cem” ettiğini veya barıştırdığını iddia eden 1. Konstantin, ve aynı çizgideki Yesakçı Hülagü’nün, Ekber Şah, ve Mahatma Gandhi ve F. Gülen ve saire zevatın tarihte zaman zaman yapmaya çalıştığı bir ucubeliktir, neticede ne o tarafa ne bu tarafa kimseye yaranamamazlık, zillet ve rüsvaylık, ve arka plandaki bazı menfaat ve ihanetlerin ifşa olması hasıl olmuştur sadece!.. Hak Din olan İslam’dan gayrısı ile gelenin küfür üzere olup ibadetlerinin reddolunacağı (17) Hak’kı gizlemek ve batılla karıştırmak küfrü, (18) Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek küfrü, (19) Allah’ın lanetlediklerine yardakçılık edip sonunda ne bizden ne de onlardan olamamak küfür ve zilleti (20) ve daha pek çok küfür ve nifak bu babda Kuran ve Hadis’te bahsedilmiştir.. Konumuzu çok uzatacağı için buna fazlaca girmeyeceğiz..
Kur’an ve Hadis’te ‘De ki ey kafirler..’ (21) gibi sayısız emir yasak ve haberde, kafire kafir dendiği ve denmesi gerektiği ve hatta bu ayrışmanın imanın aslından olduğu beyan buyrulmuştur.. İbrahim Aleyhisselam’ın ‘Ben sizden de taptıklarınızdan da beriyim..’ (22) sözünde, ki Kuran’da zikredilir; kafirlerden beri olmak taptıkları putlardan beri olmaktan evvel anılmıştır, çok anlamlıdır tefsirlerde çok varidat vardır bu babda..
Yine Kur’an ve Hadis’te Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen, yasama-yürütme-yargıda idarede bulunmayan, kul uydurması hükümlerle hükmeden -ister bir yazılı anayasa ister bir sözlü töre ile ister sair keyfi kurallarla olsun- ümeranın rüesanın ve ulemanın açıkça ‘Kafir’ hatta ‘Tağut’ yani azgın, haddi aşmada en azılı kafir olduğu haber verilmiştir. (23) Bırakın tamamen kul uydurması cahili nizamları, içine beşer eli değmiş olan muharref Tevrat ile hükmeden Medine Hahamları hakkında inen bir ayette onlara ‘Tağut’ denmektedir ve onlara muhakeme olmak isteyenin küfre girdiği, (24) ‘İslam Şeriatı’ ile (25) ve ‘Bizden’ olan ‘Ulul Emir’e (26) tabi olup hükmetmek-hükmolunmak şart olduğu, ve yine o ayette ve sair tağuttan bahseden ayetlerde hadislerde ve fetvalarda; açıkça tağutu red manasında “tekfir” edip ondan “içtinab” etmek sakınmak hatta güç yettiğince onunla “cihad” etmek, cihada güç yetmezse kaçmak “hicret” etmek, ona da güç yetmezse “uzlet” etmek ve yani tağut ve nizamı ile barışık yaşamamaya çalışmak, ne eli ile ne dili ile düzeltemeyecek kadar aciz kalanın da hiç değilse kalbinden buğz etmesi emredilmiştir.. (27)
Allah’ın müminlerin dostu olduğu ve onları zulumattan nura çıkardığı, kafirlerin dostlarınınsa tağut olduğu ve onları nurdan zulümata götürdüğü ve hepsinin toptan ateşte ebedi olduğunu; Tağutları red etmek ve onlardan sakınmanın şart olduğu, Tağutları hakem seçip muhakeme olmak isteyenin küfre girdiği; Her kavme kendilerini tağutdan sakındırmak için peygamber gönderildiği; Her kimin ki tağutu red edip Allah’a iman ederse, onun sapasağlam bir kulba yapışmış olacağı; Müminlerin Allah yolunda kafirlerinse tağut yolunda savaştıkları; Sadece kul uydurması hükümlerle hükmeden idareler değil, kul uydurması ile Hak olanın karıştığı, yani insan eli değmiş olan semavi kitaplarla bile hükmetmenin tuğyan -azgınlık- olduğu ayetlerde bize bildirilmiştir.. Kuran’da 8 ayette tağut bahsi geçer (28)
Yine bu bahiste hadisler de vardır. Ashab’ın her birisinin ‘Lailahe İllallah Muhammedur Resulullah’ yani Kelime-i Tevhid’le beraber çocuklarına ilk ezberlettiği sözün ‘Amentü Billahi Ve Kefertü Bittağuti’ (29) olduğu ve daha başka hadislerde bu meselede önemli nakillerdir. (Allah’a iman ettim tağutu red ettim) (‘Femen yekfur bittağuti ve yü’min billahi’ ayetine binaen… ‘Her kim tağutu reddeder Allah’a iman ederse’ işte sapasağlam bir kulba yapışmıştır..)
İlginçtir, nasıl ki Tevhid Kelimesi’nde evvela nefy yani red yani ‘La’ demek, sonra isbat tasdik yani ‘İlla’ var ise, bu ayette de evvela tağutu red etmek manasında ‘Tekfir’ etmek telaffuz ediliyor sonra da Allah’a ‘İman’ etmek..
Yani, tağutları red ve tuğyanı küfrü tekfir etmeden Allah’a iman edilmiş olmuyor. Olsa bile, aynen Mekke cahiliyye müşriklerinin hem Allah’a inanıp hem de ortak koştukları gibi bir hal vaki oluyor demektir.. ‘Onlar şirk koşmaksızın iman etmezler’ (30) lafzında beyan buyrulduğu gibi.. Muasır bir galatı meşhura göre , cahiliyye arapları ateist idi.. Oysa, bilakis Hak Teala’nın varlığına iman edip ama O’na ortak koşuyorlardı.. Onlara sorsan yeri göğü kim yarattı, elbette Allah derler.. (31) Bu gibi meallerde sayısız ayet ve hadisler mevcutken hangi aklı kıt çıkıp da cahiliyye arabı ateistti der(?).. Hülasa tağutları cibtleri tekfir etmeden Allah’a iman edilmiş olmaz. Oldu sanılsa bile bu ancak şirk dolu bir inançtır.
Alimlerimizin sayısız tefsir ve fetva vs eserlerinde tağut ve onu tekfir edip ondan sakınmak ve güç bulursa ona karşı cihad etmenin vucubiyeti hakkında mühim sözleri vardır. Hatta umumi manada Şerr’i Şerif ile hükmettiği, kul uydurması kanunlarla hüküm ve muhakeme yapmadığı halde bile, sırf zulümde aşırı gitti diye esasen kendileri müslüman olan Yezid ve Haccac gibi halife ve valilerin bile ‘tağutu sağiyr’ yani tağutçuk diye vasıflandıranlar olmuştur (32) ; ya direk olarak ‘Gökten indiğine inanılan kitaplar’ bizi bağlamaz diyen veya ‘Bu mahkemede din hüküm sürmez’ veya ‘Burada Allah yoktur Peygamber de izne ayrılmıştır’ diyen -Haşa; Neuzu Billah, SubhanAllahulKahhar!- seküler devletleri; veya, hak ile batılı karıştıran diyalogcu ve dinlerin cemini savunanları görselerdi acaba ne derlerdi?.. Bir İslam Halifesi olup Şeriat-ı Muıhammedi ile hükmeden ve gayet de dindar olan 2. Mahmud’a bile -haşa- gavur padişah diyenler acaba bu asrın devletlerini ve lider ve büyüklerini görselerdi acaba ne derlerdi?..
İbni Kuteybe, Ebu Yala, İbnül Cevzi, İbni Kesir, Baberdi, Merginani, Kuduri, Halebi, Kurtubi, Ebu Suud, Birgivi, Kefevi, Nevevi, İbni Hacer, İbni Kayyım, Serahsi, İbni Hazm, Şatıbi, Kadı İbni Arabi, Gazali, İzz Bin Abdusselam, Ali Kari, Şevkani, İbni Abidin.. Ve daha nice büyük büyük alimlerimiz, ki bazısı devrindeki zulme bulaşan emirlere sert ikazlarda bulunmuş ve kellesi koltukta bir ahval içinde olmuş ama Hak’dan taviz vermemiş, Hak’kın hatırı alidir düsturu ile hareket etmişler, ve ‘bazı zulüm ve bidatlere bulaşmış da olsalar neticede islam ile hükmeden emirler’den bile yüz çevirmişlerdir. Ya bu günkü tuğyan idarelerini görselerdi ne derlerdi acaba?.. En küçük sünnetlerden diye bilinen misvakı bile bir şehir ahalisi terk etmede ittifak edecek olsa, ‘Kafiri kırar gibi kırmak gerek’ diyen Birgivi’ler Kefevi’ler (33) acaba bu günü görselerdi ne derlerdi?.. Hele de Elfaz-ı Küfür ve Ef’al-i Küfür (34) listelerinden kitaplar teşekkül edip insanı küfre sokan itikat, söz ve amellerden sakındırmada kılı kırk yaran ve bu işte en hassas davranan Hanefi alimler acaba bu günün küfrü sarih ve galiz insan ve sistemlerini görselerdi ne derlerdi?.. Ayetteki ‘Zulmedenlere meyletmeyin sonra size ateş dokunur’ (35) emrini tefekkür ederek seleften ve müçtehid imamlardan birine giden bir terzi, ‘Ben sultanın elbisesini dikiyorum, acaba ben de zulmedenlere meyledenler sınıfına girer miyim’ dediğinde o alimimiz ona ‘Sen zalimin ta kendisi olmuşsun, asıl sana iğne iplik satan zulme meyyal ve ateşe yakındır’ (36) demiştir.. Heyhat! Şimdiki küfrü galiza ve küfrü sarih sahipleri ve tağutları görselerdi kim bilir ne derlerdi..
Halife Sultan Süleyman namına Rafızi Safevi İran şahına yazdığı mektubunda, bir veziriazam olan Kara Ahmed Paşa bile “Zındık bir kafirin, isterse iki Şehadet kelimesini söylese ben müslümanım dese bile neticede yine de kafirlikten çıkmayacağını ve sadece ben müslümanım demekle müslüman olunmayacağını; ve her hangi bir memlekette ki Şer’i Şerif icra olunmaz da, ora ahalisi buna razı olur oturmaya devam ederlerse cümlesinin kafir olacağını” yazacak kadar İslam Akaidi’nin şuurunda iken, ya Alim Ulema ne derdi; ve, ya bu günü bu günkü idareleri görselerdi neler derlerdi? Diye düşünmek lazım insaf ve aklı seliym ile.. (37)
Dönelim “kafire kafir deme” bahsine; evet, burada nefsi menfi manada bir tahkir yoktur, bizdeki imanın izzetini idrak ederek; Muvahhid-Hanif kullar olarak dini kendisine has kılarak ibadet ettiğimiz, abdi olduğumuz Allah Subhanehu ve Teala’nın azametini ve Resulullah Aleyhisselatuvesselam’ın Nübüvveti Şerife’sini fehm ederek, bu hakikatler hesabına gayrıyı ötekileri bir tahkir ve tekfir vardır! Ki bu da bildik, insanın insana hevai manada nefsi adına kibirlenip çaka satması manasında olmadığı aklı olan herkesçe malumdur..
Haddi zatında gayrı müslimler de kendi dinlerini inkar eden manasında biz müslümanlara kafir demektedirler. ‘Siz tümden onların milletine -dinine- girmedikçe sizi asla sevmezler kabullenmezler’ (38) meallerinde gelen beyanların olduğu ayetlerde açıkça işaret edildiği üzere, neticede hoştgörü ve diyaloğun ve hümanizmin, yani mazoşistliğin, zilletin alçalmanın sınırı yoktur; ta ki keferenin bir yerlerini öpüp putlarına hurafelerine secde etmedikçe, ne kadar da taviz verme küfrü veya ahmaklığı yapacak olsak bile yine de doğaları gereği bizi kabullenmeyecekleri öteleyecekleri kesindir. Dinlerin doğasında bu vardır, yoksa din olamazlardı; gayrı’nı öteki’ni ‘tekfir’ ederler. Onlar tekfiri elden bırakmazken, iman ettim müslümanım diyenler nasıl tekfiri terk ederek küfre düşer?! Evet kafirler de kendi terminolojileri literatürleri ile çeşitli sözlerle bizi münkir olarak tarif etmektedirler. Bu her dinde olagelen bir “Tasnif” ve “Tefrik”tir. Ötekini “Tekfir” etmeyen din yoktur. Her din, kendisinin dışında kalanları tekfir eder, dinlerin doğasında vardır bu, ve muasır bir din olan “Demokrasi” (39) ve “Hümanizm” denen batıl aldatmaca her nedense sadece İslam toplumları arasında yayılmakta ve tekfiri, temyizi, tefrıki ortadan kaldırmaya(?) çalışmaktadır. Aşağıda kısaca temas edeceğimiz üzere, “Hümanizm” de “Laiklik” de en çok İslam memleketlerinde zirve yap(tırıl)makta, ama diğer yerlerde yani bize Laiklik ve Hümanizm pompalayıp duran gayrı müslim ülkelerde “Muhafazakarlık” hatta kendi dininin “Şeriat”ının “çısı” olmak çok doğal ve etik bulunmakta hatta ta çocukluktan itibaren emir ve tavsiye edilmektedir..
(Bir not; ‘Ehli Sünnet’ tekfir hususunda; müslümanlara bile kafir diyen ‘harici’lerle, kafire bile kafir demeye dili varmayan ‘mürcie’ arasında itidal vasat bir yol üzeredir) (40)
Osmanlı Devleti’nde başta vatandaşımız olan Zımmiler olmak üzere, müste’men ve muahid gayrı müslimlerin “dini hayatı” dediğimizde çok cihetten ele almak gerekiyor. Din aynı zamanda tüm hayat demekti. Zira laiklik henüz ne bize İslam akvamına sirayet etmişti ne de onlara. Yani her bir din mensubu kendi dininin şeriatının “çısı” idi. Ama amel ediyordu ama amel etmiyordu; lakin ilke olarak kadim kavimlerin hepsi kendi dininin “cisi” idi. Bunu tarih bize öğretiyor.
Mesela, dikkatle bakıldığında görülecektir ki; laik asrın (20. yy) başlarına hatta ortalarına kadar, -hatta bazı ülke ve beldelerde hala daha görüldüğü üzere- gayrı müslimler de kendi “Din hukukuna” göre yaşamakta, yani bir şekilde “Din Devleti” ile idare etmekte-edilmekte, veya dinini lazım geldiğince yaşayamasa bile öyle olması gerektiğine itikad etmektedirler. En itikadı bozuk ve muzır taife ve de küfür içinde küfür üzere olan Sahte Mesih ve Haham olan Sabatay Sebi’nin mezhebinde bile; kadın müritleri Müslümanlar’a benzer şekilde; eldiven bile takıyor ve tırnağının ucunu bile gayrıya göstermiyordu. Bu yönde devletin ya da müslümanların herhangi bir baskısı olmaksızın; ne müslümana ne hırsitiyana ne de sabatay olmayan yahudiye kendilerini kıl kadar da olsa göstermiyorlardı! Geleneksel Japon insanı bu gün bile hala daha bir kısım inanç ve ibadetlerini muhafaza etmektedir, depremde yeterince önlem alamadığı ve insanların ölümüne sebeb olduğu düşüncesi ile bir belediye başkanı rahatlıkla harakiri yaparak kendini öldürebilmektedir.. Geleneksel dindar Rus kadını örtülüdür, erkeklerin yanında asla sigara içemez, kadın da erkek de çocuk da asla pazar ayinini kaçırmaz ve sabah akşam duaları ve sair ibadetleri vardır ihmal etmeden yapar, vs böylesi inanç ve adetleri vardır.. Geleneksel dindar bir Alman, Bavyera’da bizzat şahit olduğum üzere, karşılaştığı komşusuna naber moruk ya da tünaydın demez, selamlamasında grussgott yani tanrı selamı, diyerek selamlar birbirini.. Amişler denen bir grup Amerika Hıristiyanı yüz elli sene evvelki hayatı aynen korumakta hatta mecburi tıbbi vs haller dışında asla modern teknolojiyi kasabalarına sokmamaktadır, adeta kovboy filmlerinde gördüğümüz dekor ve hayatı hala daha kansız kavgasız yaşatmaktadırlar.. Keza İsrail bir şeriat devletidir yirmi birinci asra ayak basılan şu zamanda dünyadaki belki de tek veya en dindar devlettir ve muharref yahudi şeriatı ile idare olunmaktadır.. Hemen her devlette, parlemento veya sarayların açılışlarında cüluslarda ve mahkemelerde kutsal kitaplarına el basılarak yemin edilmektedir, istavroz çıkartılmakta veya çeşitli dualar yapılmaktadır. Din sadece bayramlarda veya cenazelerde definlerde hatırlanmıyor yani.. Hiç sevmem ve tabi ki tekfir de ederim kendisini lakin yanlış adamdan doğru laf da çıkar bazen; Uğur Mumcu demiş ki; “Türk vatandaşı, İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muakemeleri usulu yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen, İslam hukukuna göre gömülen kişidir”.. Güler misin ağlar mısın!.. Almanya’da okullarda sınıfların her birinde kapının üzerinde haç vardır; ve çocuklar okul açıldığında sene başında, ilk gün ders yapılmaz topluca kiliseye götürülürler. Bu arada Türk çocuklar da ya onlara katılır kiliseye gider sıkıntıdan veya özentiden, ya da az biraz muhafazakar ise kiliseye gitmez ama sağda solda dolaşır. Orada 90’ların başında 6 sene Türk kültürü öğretmenliği yapmış olan pederimiz de, diğer Türk öğretmen arkadaşları ile Türk çocuklarını toplayıp camiye götürme adetini başlatmışlardı ve kimse de “gerici”(?) dememişti.. Esasen hala daha dünya devletlerinin hemen hepsi bir şekilde “Din devleti”.. Laikliğin tastamam tecelli ettiği yegane bahtı kavi talihi yar yer başta Türkiye(?) olmak üzere sair İslam memleketleri olmuş(?) belli ki..
Bu çalışmamızdan çıkartılabilecek şu ana mesajı şu özeti asla unutmamalıyız: çeşitli din ve ırk ve kültürlerden kavimlerin “Bir arada” bir coğrafyada bir takım insani değerlerde müşterek olup ve din-can-namus-mal emniyeti içinde komşuluk yaparak mutlu müreffeh yaşayabilmesi; Asrı Saadet-Emevi-Abbasi-Osmani Hilafet Devleti zamanlarında yani 1300 sene boyunca tüm dünyanın şahitliği ile tecrübe edilmiştir.. Demek ki bu birlikte yaşam mümkün. Lakin hangi şartla? İslam’ın hakim olması; Kelime-i Tevhid’in, Hilaller’in gönderde dalgalanması, Şeriat-ı Muhammedi Aleyhisselam’ın hakim olması ve adilce icrası şartı ile! Yani bu birlikte yaşamın yegane “garantörü” İslam Orduları’nın kılıcı ve Alimleri’nin kalemidir. İslam kalem ve kılıçlarının “emanında”, “zıllında” böylesi bir birlikte yaşam mümkündür.. İslam Devleti ve adaleti 1300 sene boyunca bu tecrübe edilegeldi.. Diğerlerinin idaresi de defaatle tecrübe edildi;
Mesela, Sovyet Rus komünizmi sadece 60 senede soy kırıma varan zulümlerle mahvetti Turan ve Kafkas ve Balkan müslümanlarını! Yeni Rusya da aynı zulmü, Bel’am kılıklı yerel Tağutçuklar’ı da kullanarak daha sinsice devam ettirmekte.. Yine, Kızıl Çin Sovyetlerin zulümlerinin aynısını Şarki Türkistan’da yaptı ve yapmakta.. Laik rejim bilhassa da CHP’nin tek partiykenki iktidarının on yıllar boyunca Türkiye’de Müslüman halka neler yaptı malumdur.. Yaklaşık 2 asrı kana bulayan Haçlı seferlerinde Hıristiyanların, yine en az 1 asrı kana ve kaosa bulayan Moğol istilalarında Putperestlerin, Hint alt kıtasında da asırlarca ve hala daha Budistler’in; müslüman kavimlere neler yaptığını gördük görmekteyiz.. Salahaddin’in, Baybars’ın, Süleyman’ın, Murad’ın elinde her türlü güç olduğu halde asla bir soykırım yapmadığı ve bu asra dek varlıklarını muhafaza edebilmiş olan bir kısım Safevi Kızılbaş ve Nuseyriler’in Asya kızıl bloku’nu da arkalarına alarak Irak ve Suriye’de Ümmet’i Muhammed’e neler yaptığını ibretle temaşa etmekteyiz!.. Afrika’da Hıristiyan ve Paganist yerlilerin Müslüman yerlilere yaptığı işkence ve katliamlar hala daha devam etmektedir, tüm dünyanın gözü önünde.. İsrail’in zulmü herkesin malumu.. Ya Patani, Myanmar, Keşmir ve sairede Budist ve Kızıllar’ın akıl almaz işkence ve eziyetleri!..
Demek ki bahsettiğimiz komşuluk ve insan kardeşliği ve evrensel ahlak ilkelerinde müşterek olup bir birlikte yaşayabilmenin yegane garantörü vardır o da “İslam Devleti’dir, “onun kılıç ve kalemlerinin emanıdır”.. Diğerlerinde ne bir ahkam vardır yazılı ve kutsal olan; ne de uzun vadeli istikrarlı ve hiç değişmeyeceği kesin bir plan proğram vardır! Bundan sebebdir ki doğunun gayrı müslimleri de batının gayrı müslimleri de, var olmayan milletler arası hukuka dair 20. asrın başlarına dek daima “keyfi” (41) davranmıştır!.. ;
Birincisi; ümmetin tarih boyunca gayrı müslimlere olan merdane tutumlarını; ve ikincisi; gayrı müslimlerin ümmetimize olan keyfi ve zalim muamelelerinin bahsine dikkat edelim ve anlattığımızda da en çok bu farka dikkat çekelim..
Bizdeki cihad ahkamı, fetih ahkamı, esir hukuku vs gibi hiç bir fıkhı olmayan bu doğulu ve batılı kefere komşularımızın tağut kralları imparatorları ve parlementoları senatoları her daim menfi davranmış ve müslümanlara zulmetmiştir. Oysa İslam Devletleri çok cüzi ve muvakkat veya mukayyed bazı istismarlar hariç asla gayrı müslim halka zulmetmemiştir, ne bir soykırım yapmış, ne zorla müslüman yapmış, ne keyfi tehcir yapmış, ne de nefsi için aşağılamıştır!.. Zira elde gecesi gündüzü gibi açık seçik ve tahrif olmamış bir Şeriatullah vardır!.. Adl ve İhsan dolu bir Din vardır!..
İslam devleti olan Emevi, Abbasi ve Osmanlı’da gayrı müslimlerin dini hayatı derken, muasırı olan gayrı müslim devletlerin müslümanlara olan tavrına ve, Osmanlı sonrası gayrı İslami tağuti dünyada biz müslimlerin hayatına da temas ettik böylece. Eşya zıddı ile kaim demişler..
Siyasete(?) girmeden bir tarihçi nesnelliği(?) ile devamla:
Hülasa dikkat edilse görülecek ki, o halde ister müslimlerin ister gayrı müslimlerin -Hele de ne bizim ne de gayrı müslimlerin henüz laiklik tasallutuna maruz kalmadığı Osmanlı zamanındaki- “dini hayatları” dediğimizde içine “tüm bir hayat ve ahkamı” giriyor demektir.. (Yukarıda isbat ve izah ettiğimiz üzere, din ne bizim için sadece cami ahkamı, ne de diğerleri için sadece kilise havra ahkamı olmayıp tüm hayata dair hükümler içerir, şu farkla ki, biz Hak olanız onlar muharref ve sair şirk dinleridir. Ama neticede hiç birisi de laikliği kabul etmez türden tabiata sahiptirler) Buna binaen;
Gayrı müslimlerin dini hayatı ve ibadetlerinin ne derece serbest olduğu, ve bunun bir parçası olaraktan; can emniyeti nereye kadardı; ve suç ve ceza ve muhakemeleri ve yani davaları, hukuk ve yargı bahsi; kıyafetlerinin keyfiyeti; içkiyi üretim alım satım ve kullanım koşulları; çan çalma boru öttürme serbestliklerinin ne olduğu; haç düğün ayin çan vs dini şeairlerinin açıktan ifşa edilip edilebilmemesi ve şartları bahsi; alt türleri-mezhebleri ve içlerindeki ihtilafları; ikamet ve seyahat serbestliklerinin keyfiyeti; ve islam devletinde memuriyet ve kamu hizmetlerinde bulunup bulunamamaları ve çeşitleri; mutfakları, kestikleri hayvanlar; veya onlarla müslimlerin izdivaci bahsi, İslam olmalarının teşviki ve keyfiyeti, kisve pahası vs.. İşte bütün bunlar ve dahası bu meselenin konusudur.. Zira hepsi de “dini hayat” lafzının içindedir esasen. Zira nasıl ki din bizde sadece vicdanlarla veya camiye namaza dair hükümlerle sınırlı değilse, sair dinler için de aynı şeyler geçerli idi, bu laik asra gelene dek..
Ve Osmanlı gayrı müslimlere az önce saydığımız meselelerde ne türden haklar veriyor ve ne türden mesuliyetler yüklüyordu ?.. Osmanlı’da gayrı müslimlerin dini hayatına şimdi geçebiliriz. Bahsettiğimiz üzere bir çok cihetleri vardır hayatın.
Tabiyet-Vatandaşlık: Bu, yani vatandaşlık lafzı esasen modern bir tabir olmakla birlikte tarih boyunca bir karşılığı olagelmiştir. İslam devletlerinde de, kadim ve yeni Roma gibi küfür devletlerinde de, hatta kast nizamına sahip kadim Hint toplumlarında da her daim bir tür ‘tebaa’ ve ‘vatandaş’ tarifi vardı. Sözlü törelerde ya da yazılı kanunlarda, bir şekilde ‘gayrı’ları ile fark belli ediliyordu ‘asli unsurlar’ın. Lakin bu her bir tarihte ve coğrafyada farklı usullerde karşımıza çıkmaktadır. Şurası bir hakikat ki, farklı din ve kavim mensuplarının ‘Bir arada’ yaşayabilmesi modeli diye bir şeyin ütopyadan öte, hakikat olduğu tek yer İslam devletleri olmuştur.
Kadim Yunan ve Roma’da kendi ırk ve kavimlerinden olmayan insanlar her türlü hukuki haklardan mahrumdular, can ve mal ve namus emniyetleri yoktu. Kadim Mısır’da da, yabancıların hukuki bir hakkı yoktu. Adı konmuş bir takım hak veya sorumluluklar yoktu, ‘Belirsizlik’ daha doğrusu tamamen ‘Keyfi’lik esastı. Oysa İslam Şeriatı’nda Fıkıh’ta ‘İslam olmayan’ kimseler için bir çok hüküm vardır. Buna başta temas etmiştik, zımmi, muahid, müstemen ve harbi olmak üzere dört tarifte tasnif edilirdi gayrı müslimler, ve her birine dair farklı kaideler vardı, ve bu kurallar bidatler eklenerek veya içerisinden bir şeyler eksiltilerek ‘Değiştirilemezdi’. ‘Sabit hükümler’ vardı. Bundan dolayı asla sair nizamlara benzemez bir istikrarla islam devletleri gayrı müslimlerin ‘Adı konmuş’ bir tasnif ve tariflerle konumunu belirliyor ve ona göre muamelelerde bulunuyordu. Oysa gerek kadim küfür devletleri gerek muasır devletler, kendilerinden olmayanlara karşı asla böylesi bir hukuk ve istikrara sahip olmamışlardı. En basitinden, bırakın Müslümanlar’ı, Yahudiler’e bile bir yüz verip bir katleden Avrupa’lı Hıristiyanlar bu çelişkilerini hep taşımışlardır. Bu belirsizlik ve hükümsüzlük hali sadece Avrupa küffarında olmayıp, Asya ve Afrika küffarı için de geçerli. Avrupalı’nın sadece orta ve yeni çağda değil, sadece 20. yüzyıldaki iki dünya savaşında bile birbirlerine neler yapabildiklerini gördük. Ruanda iç savaşı gibi nice Afrika ve Japon-Çin savaşları veya Kore iç savaşı vs gibi nice Asya memleketinde de hep aynı manzaralar görüldü ve görülmektedir. Bütün mesele ‘Adı konmamış’ bir münasebetten kaynaklanıyor. Çünkü ellerinde bizimkisi gibi tahrif olmamış ve adil ve zengin ve sabit bir fıkıh yok.. Bundan sebeb, ‘Gayrı’lar yani ‘Öteki’ler asla hukuki bir zemin bulamazdı. Kadim taguti devletlerde bazen yabancı tüccarlara belli emanlar veriliyordu ise de, vatandaşlık gibi olmadığı aşikardır..
Bu günkü devletlerde vatandaşlık umumiyetle kan veya toprak esasına bağlıdır. Oysa İslamiyet, insanların kendi tercihlerinin iradelerinin rolünün olmadığı hasbel kader vuku bulmuş şeylere göre değil, kendi irade ve tercihlerine göre bir vatandaşlık esası belirlemiştir. Ve zimmet akdi yapılan gayrı müslimlere ‘Ehli Darul İslam’, yani islam devletinin vatandaşı gibi bir manaya gelen bu tabir kullanılırdı. Yani, tabizi caizse; ‘Kafirse de, bizim kafirimiz’ gibi bir durum sözkonusu idi..
Dinde ‘Zorlama’yı red eden ve ‘Cizye’ bahsinin olduğu ayetlerden ve alakalı hadislerden dolayı, İslam Devleti’nde kesinlikle bir gayrı müslim tebaa veya vatandaşlığı vardı. ‘..Kendi elleriyle zelilce cizyeyi verinceye dek savaşın’ (42) ayeti ile ve ‘Dinde zorlama yoktur..’ (43) ayeti gibi ayetlerle sabittir ki, gayrı müslim zorla müslüman yapılamaz!.. ‘Düşmanla karşılaştığında ona seçenek ver; Bunlardan kabul ettiğini sen de kabul et ve ona ilişme; Önce müslüman olmaya davet et; Eğer kabul etmezlerse cizye vermelerini iste; kabul ederlerse onlara ilişme’ (44)
Batı ve doğu gayrı müslim devletleri böylesi bir hukuktan yoksundur. Her şey, mevcut meclis veya kralın vs idarenin insiyatifine yani keyfine bağlı idi. Yani ‘Belirsizlik’ hatta ‘Öteleme’ mevcuttu, vatandaşlık yani can mal namus emniyeti yoktu diğerleri için..
Ve umumiyetle cizye akdi şahıslarla bire bir fertlerle değil taifelerle cemaatlerle yapılırdı. Bunda birden fazla maksat ve fayda gözetilmiş olsa gerek. İster maddi menfaat ister düşmanca davranışları bertaraf edip sulha girmek olsun, camialarla anlaşmak şeklinde gerçekleşmiştir.
‘Ehli Kitab’ yani Hıristiyan ve Yahudiler ile zaten zımmet akdi yapılabiliyordu, Peygamber Aleyhisselam’ın Mecusiler’e de aynı muamelenin yapılmasını emrettiğinden ve çeşitli karinelerden yola çıkılarak bir çok alim herhangi bir din mensubu taifelere de zımmilik hakkı verilebileceğini söylemiş ve umumiyetle de böyle icra edilegelmiştir. Budist, Hindu, Putperest Berberi vs kavimlerle de zımmet akdi yapılagelmiştir.
Gayrı müslimlerin ‘Zımmi’ hakkını kazanmasında farklı yollar vardır: a) Umumiyetle taifelerle yapılan ‘akit’. Ayrıca b) ‘karine’; yani İslam memleketindeki bir gayrı müslimin bazı halleri amelleri onun zımmi kimliğini kabul ettiğini ifade ederdi. Mesela bir müste’men, eman süresi dolduğu halde memleketine dönmez ikamete devam ederse, cizye yükümlüsü olurdu, ve yani zımmi kabul edilirdi. Bazı alimler, bir kadın müstemen’in yerleşip ziraat yapması veya müslüman ya da zımmi bir erkekle evlenip onunla ülkede yaşamasını zımmi sayılma karinesi saymışlardır. Ve c) ‘bağlantılı sebepler’; Çoğu fakihe göre, erkek zımminin akıl baliğ olmamış çocukları ve karısı ona bağlı olarak zımmi statüsü kazanır. Erkek çocuklar ergenlikten sonra yeni bir zımmet akdi yapar diyenler de olmuştur. Zımmi mıntıkasında bulunan sahipsiz çocuk bazı alimlerce zımmi kabul edilirken, bazısınca ise, orada bir tek müslüman bile yaşıyorsa İslam hakimiyetini esas alıp müslüman sayılması gerektiğini beyan etmişlerdir. d) ‘Devletin tek taraflı ihsanı’; dördüncü bir yol da budur; Hz Ömer’in sevad uygulaması esas alınarak fethedilen yerlerin, kılıçla da alınmış olsa, halkın ellerinde arazinin haraç arazisi olarak bırakılıp oradaki gayrı müslimlere de cizye konulabileceği, yani oradaki kefereler herhangi bir karşılıklı akit olmaksızın devletin tek taraflı kararı ile zımmi hükmüne geçmiş (köle-cariye olmayıp hür zımmi) olacaklardır.
Zımmet akdini esasen devlet yapar. Lakin bazı alimlere göre herhangi bir müslüman da yapabilir. Zira burada şöyle bir vecibe ve maslahat vardır, şer’an zımmet talebinde bulunan bir kafirin bu talebine icabet gerektiği hatta farz olduğu, ve islama davet ve yakınlaştırma sevdirme hali sözkonusu..
Zımmet akdinin şartları; bunların başında gayrı müslim erkeklerin islam hükümetini tanıyıp yıllık cizyesini ödemeleri, müslümanların kutsal değerlerine ve eşyalarına ve mekanlarına zamanlarına saygısızlık yapmamaları, müslümanların can ve mal ve namuslarına herhangi bir saldırıda bulunmamaları, ibadetleri ve iç hukuki davaları dışında kalan konularda islam hükümlerini benimseyip uygulamaları, müslümanların düşmanlarına yardım ve yataklık etmemeleri, casusluk etmemeleri vs şartların yanında bazen bazı özel şartlar da öne sürülebiliyordu.
İstedikleri zaman zımmeti bozup ülkeden gidebilme hakları vardı. Yani bu babda onları bağlayıcı değildi. Oysa Müslümanlar açısından bağlayıcı idi, yani akdi bozup zımmiliği sebebsiz yere iptal edemezdi. Zımminin kendi isteği, veya ihaneti vs sebebi ile feshedilmesi dışında keyfi olarak fesh olmazdı. Darulharbe kaçma, veya isyan etme devlete karşı savaşma, veya islam beldesinin herhangi bir yerini işgal etme vs zımmet akdini fesheden şeylerdir ve bunda icma vardır.
Ama bunlardan başka bazı ahvalin akdi bozup bozmayacağında ihtilaf edilmiştir. Mesela cizyeyi terk etmek tehir etmek vs..
Zımmiliği kendi ihanet veya taksiratı ihlali sebebiyle fesholan gayrı müslim bazı alimlere göre mürted hükmündedir. Ülkeyi terk etmesi durumunda ölü kabul edilir, ülkedeki karısı ile nikahı biter, malı varislerine taksim edilir. Pişman olur dönerse zımmeti devam ettirilir. Ahdi bozan sebebplerin keyfiyet ve kemiyetiyle alakalı olaraktan bazı ihtilaflara rağmen diğer alimler ise; zımmiliğini kaybeden gayrı müslim hakkında devletin öldürme, köleleştirme, müslüman esirlere karşılık fidye olarak verme, yahut serbest bırakma seçeneklerinden birini tercih edebileceği hükmünü benimsemişlerdir. Ahdini bozan bir zımminin, fukahanın cumhuruna göre; bu davranışı eşine, çocuklarına ve yakınlarına ve cemaatine taifesine bir zarar vermez. Onların hepsinin de zımmet akdi devam eder. (45)
İbadet ve Vicdan Hürriyeti’ne dair: Kur’an’daki ‘Dinde zorlama yoktur’ ve benzer manalardaki ayet ve hadisler mucibince, evvelki islam devletleri gibi Osmanlı’da da gayrı müslim kalmak isteyenlere bir zorlama yapılmamış ve dinlerinde, ibadetlerinde ve adetlerinde belli şartlar çerçevesinde serbestlik tanınmıştır. Fethedilen topraklarda, fetihden evvelki kiliselere havralara ibadet izni verilmiş, ancak yenilerinin inşası engellenmiş veya kısıtlanmıştır. Zimmet akdi ile gayrı müslimleri tebaa yapan Osmanlı, kendi ruhani liderlerini seçebilme hürriyeti ve bayramlarını yortularını belli şekillerde kutlama izni vermiştir. Bir çok manastır ve dini merkeze çeşitli imtiyaz beraatları verilmiş, bazıları çeşitli vergilerden ve tekliflerden muaf tutulmuşlardır. Ta kuruluştan beri bu imtiyazlar verilmekte idi ise de, en belirgin olanı İstanbul’un fethinden itibaren görülen Patrikhane’ye ve sair bazı azınlıklara verilen imtiyazlardır. (46)
Devlet çeşitli zamanlarda yaptığı akitlerde ve verdiği imtiyazlarda, karşı tarafa din ve ibadet hürriyeti verdiğini, cizye ve hukuka riayetleri karşılığında can ve mal ve namus emniyetlerinin sağlanacağı, eski mabedlerinin serbest olacağı, isyan hallerinde kaçıp gidenlerin belli süreler içinde dönerlerse mallarının iade edileceği, cebren kimsenin müslüman yapılmayacağı, mabedlerinin cebren ellerinden alınıp cami yapılmayacağı gibi taahhüdlerde bulunuyor ve daima da bunları uyguluyordu.
Alparslan’ın Ani’yi fethinde, şehrin en görkemli en mühim kilisesini camiye çevirmesi, Orhan Gazi’nin İznik’i fethettiğinde en büyük kiliselerden birini medreseye çevirmesi, Fatih’in İstanbul’u fethinde Ayasofya’yı camiye çevirmesi; bu türden icraatlar fethi ve kudreti temsil edeceği için bazen en büyük kiliseler camiye çevrilse de, zimmet akdinden sonra artık herhangi başka bir kiliseye dokunulmazdı.
Eski mabedlerin tamiri veya yenilerinin inşası hususunda; bilhassa karşılıklı güven ve iyi niyet tutumlarının yoğun olduğu iyi zamanlarda bu konuda İslam devletleri daha esnek davranırken, savaş ve isyan vs gergin zamanlarda daha sıkı tutmuşlardır. Hatta sınır bölgelerindeki mabedlerin bazılarının yıktırıldığı bile görülmüştür.
Burada çok mühim bir diğer etken de şudur; fetih-savaş yolu ile mi ele geçirildi, yoksa eman anlaşma yolu ile mi. Buna bağlı olarak bazı beldelerde farklı tavırlar sergilenmiştir, ki, hepsinin dini fıkhi içtihadi bir gerekçesi hukuku vardır. (47)
Osmanlı’da Patrikhane’ye bağlı Rum Ortadoks Hıristiyanlar, Hahambaşılığına bağlı Yahudiler, ve ayrıca Karaimler, Ermeni Ortadoks Gregoryen Kilisesi, sonradan Rumlar’dan ayrışan Bulgar Ortadoksları, ve sonradan Katolikleşen bazı Bulgarlar, Protestanlığa geçen bazı Ermeniler, Süryaniler vb çeşitli alt türleri ile bir çok gayrı müslim ve kendi dini-ruhani liderleri, ve iç davalara bakan mahkemeleri, ve her birinin kendi mahalle-semt ve mabedleri, ve farklı farklı derecelerde verilmiş bir kısım beratları imtiyazları, çeşitli hak ve mesuliyetleri vardı. Devletin güvenliğini, ve bazı dengeleri ve huzuru gözeten Osmanlı; bu kadar çeşitli zımmi arasında en ideal muamele ve dengeyi gözetmişdir. Tanzimat’ın getirdiği sözde hak hukuk kisveli zırvalar ise, sadece bu dengeleri alt üst etmiş ve ayrıca da devletin yıkılışında tuzu biberi ve katalizörü olmuştur. (48)
Sürekli olarak Ortadokslar üzerinde hak iddia eden ve çeşitli anlaşmalarla Osmanlı’dan tavizler koparıp duran Rusya ve onun Balkanlar’ı neticede koparıp parçalaması; ve İngiltere gibi bir kısım Avrupa devletlerinin sürekli hamilik ve hak savunuculuğunu yapmaya çalıştığı Ermeniler’in devletimizin ahirindeki vaziyeti; Siyonistler’in örgütlemeye ve Filistin’e toplamaya çalıştığı Yahudiler; ve Takiyyeleri Münafıklıkları ile en tehlikeli en sinsi en yıkıcı taife olan Sabetay Yahudileri.. Ve bütün bunların hep birlikte teşekkül ettiği önce Jön Türk sonra İttihat Terakki sonra da Kuvva ve Cumhuriyet tabelalarıyla bir kaç defa suret değişmekle birlikte esasen hep aynı Yahudi-Sabetay ailelerden mürekkep kadroların yıkıcı faaliyetleri nifak ve küfürleri, ve en nihayetinde kademe kademe aldatarak sinsice tedricen ve devrimler şeklinde ani zulümlerle devletimizin halifemizin başını yemesi..
Bütün bu çetrefilli hadiseler ve taifeler binbir çeşit tarihi tez ve kitabın makalenin konusu olagelmiştir. Burada bizi aşar bir meseledir. Lakin şunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki, devletin fıkhın elverdiği çerçevede her türden hak hukuk verdiği gayrı müslimlerden bazısı ilerleyen zamanlar içerisinde yapmadık ihanet ve nankörlük bırakmamışlardır.
Siyonistler, Alyans İsrailit’ler, Sabatay’lar, Taşnaklar, Etnik-i Eterya’lar, Halife Sultan AbdulHamid hazretlerine hal tebliğini hem de küstah tavırlarla sunan Yahudi Emmanuel Caroso’lar, sürekli bir şer şebekesi olan Masonluk mahfillerinde Rizorta Locaları’nda yuvalanan Yahudi ve Sabetay İttihatçı’lar.. (49)
Tüm bunlar gösteriyor ki, devletimizi yıkanlar bu taifeler olmuştur. (50) Hadis-i Şerif’te buyrulur ki; “Mümin aynı delikten iki defa ısırılmaz”.
-Musevi, Karai, Sabetay gibi alt mezhebleriyle Yahudiler;
-Ortadoks, Katolik, Protestan, Gregoryen, Süryani, Ermeni, Rum, Sırp, Bulgar vs alt çeşitleriyle Hıristiyanlar;
-Nuseyri, Dürzi, Yezdi, ve esasen Ehli Sünnet cihetinden batıl-küfür yolda yani zındıka sayılan ama çeşitli zaman ve zeminlerde çeşitli hile ve takiyyelerle zaman zaman varlık gösterebilen Safevi ve Şia taifesi..
Hiç birisinin de ne bir soy kırım ne bir mazeretsiz-keyfi sürgün ve ne de belirgin veya toplu bir gadru zulüm görmeden asrımıza dek İslam-Osmanlı coğrafyasında dini ve etnik varlıklarını muhafaza edebilerek gelmeleri bile açıkça Osmanlı adalet ve merhametinin göstergesidir. (51)
Oysa bu günde; Suriye’de Nuseyri Şii; Yemen ve Irak ve İran’da Caferi Şii; Rusya ve Balkanlar ve Kafkaslar’da Ortadoks Hıristiyan; Filistin’de Siyonist Yahudi; Hindistan, Keşmir, Myanmar, Patani gibi memleketlerde Budist ve Hindu; Şarki Türkistan’da Kızıl Çin; ve Turan, Kafklas, Kırım ve Balkan memleketlerinde evvelki asır boyunca Kızıl Sovyet Rus; ve bu günde bir çok Afrika memleketlerinde Haçlı ve Yerel din mensuplarının ‘Müslümanlar’a olan zulümleri aşikardır!.. Ve adeta mütevatir kere mütevatirdir!.. (52)
Şu notu da eklemek gerek; Osmanlı Gaza Devleti; ilk iki asrında sürekli olarak münafıklığı tescilli ‘Karamanlı‘ ihanetine; sonraki tüm asırları boyunca ‘Rafızi Safevi’ ihanetlerine; ve en son iki asrında da ‘Vahabi Suudiler‘in ihanetlerine hedef olmuştur. Her ne kadar da devletimiz her seferinde bu hain ve zındıkların hakkından gelmişse de, buralarda harcanan kuvvet batıda ve kuzeyde ve sair hudut ve cephelerde karada ve deryada asli kafirlere karşı harcansa idi devlet Avusturya ve Rusya ve Avrupalı karşısında zaafa düşmez, kayıpları olmaz ve hatta daha nice yerleri fethe devam ederdi, veya en azından eldeki o muhteşem harita muhafaza edilebilirdi, Allahu A’lem. Lakin bu üç unsurun tarihi ihanet ve irtidatları asla ve asla unutulmayacaktır.. Aynen yukarıda bahsettiğimiz azınlıkların ihanetlerindeki gibi.. (53)
Ayrıca, şunu da belirtmeden bu bahsi geçmemek lazım. Son demde Hilafet’in başını yiyen veya son ve öldürücü darbeyi vuran unsurlar şunlar olmuştur; ‘haricen’ yedi düvel ile aynı anda harb eden devlet, ‘dahilde’ ise Suudi ihaneti ile tüm güney memleketlerini kaybederek ve merkezde Sabetay kadroların çeşitli şekillerde ortaya koyduğu sinsi plan ve hilelerle ve bahsettiğimiz sair azınlıkların isyan ve hileleri ile, ve dahi ‘her kemalin bir zevali vardır’ hakikati iktizasınca; vaktiyle şanla şerefle kurulduğu gibi yine gaza ile cihad ile şanla şerefle tarih sahnesinden çekilip gitmiştir.. (54)
Can ve Mal Dokunulmazlığına dair: Zımminin can ve mal emniyetini söyleyen Ehli Sünnet Uleması, buna binaen onu katletme veya malını çalmayı da haram olduğunda müttefiktir. Ve bundan dolayı, zımminin malını çalan hırsıza had uygulanacağını da ittifakla kabul ederler, ama zımmiyi katledene verilecek cezada ihtilaf etmişlerdir. Zımmiyi kasten nefretle bile isteye öldüren kişi müslüman ise eğer; cumhura göre diyete, bazı alimlere göre ise malı için pusu plan vs kurarak öldürmüşse kısasa, ve diğer durumlarda diyete, bazı alimlere göre ise doğrudan kısasa hükmedilir. Bazı alimler de bazı istidlal ile zımmiyi hataen öldüren müslümana herhangi bir ceza verilemeyeceğini, ve kasten öldürmede de ta’zir cezası verileceğini söylemişlerdir. Benzer yaklaşımlar yaralamalarda da geçerlidir. Bazı alimlere göre zımminin diyeti tam diyet iken; diğerleri ise zımminin ehli kitab olup olmamasına göre farklı oranlar tesbit etmişlerdir. Ehli Kitab olan zımminin diyeti müslümanın diyetinin yarısı, veya üçte biri gibi farklı görüşler vardır. Zımmi kadının diyeti ise her mezhebde erkekler için öngörülenin yarısı kadardır.. (55) Osmanlı’da da bu fıkha riayet edilmiştir.
Aile tarihimizde anlatılagelen harp ve seferberlik hatıralarından birisini çok ibretlik olduğu için nakletmeden geçmeyeceğim; Baba dedemiz Yozgatlı Gazi Ali Hoca, askerde bölük emini olarak ve muharip surette evvela Hicaz’da İngilizler’le ve Hain Bedeviler’le savaşmış; sonra Sina-Filistin Kanal operasyonları ve sonra da şarkta Ermeni harbinde savaşlara iştirak etmiş ve on yılı askerlikte geçmiştir. Muharip Ermeniler’le Taşnaklar’la savaşmıştır. Hanımı Bayburt’lu Kadıkızı Mecbure ninemiz ise 1915 Ermeni tehcirinde şöyle bir hadise yaşamıştır; malum İttihatçılar tehcir kararı almıştır. Bayburt’ta da bu uygulanır. Bir sabah uyanırlar ki Ermeni komşular çoluk çocuk toptan sürgün edilmiş, kendi halindeki Ermeni avam ve esnafının böylece sürülmesine halk bir anlam vermez açıkçası; dip ninemiz Mecbure hanım derhal, evvelce borçlandığı Ermeni bir esnafı sorar ama bulamaz (bakkal olması lazımdı) , kafile halinde şehirden tasfiye edilmişlerdir. Borcunu vermek için peşlerinden ta şehrin dışına tarlalara bostanlara kadar koşar fakat yetişememiştir. Torunu olan pederimiz der ki, 1960’larda vefat eden ninem senelerce bu hakkı hukuku unutmamıştır ve zaman zaman hatırladıkça şöyle yakınırdı: “Ermeni uşağına beş para borcum var, ahirette karşıma çıkacak bu hak”.. İşte İslam Ümmeti’nin zımmilerle olan münasebeti bu şekilde idi. Ermeniler’in müslümanlara olan muamelesini ise Bayburt, Erzurum, Kars, Van ve sair beldelerdeki toplu müslüman mezarlarında görmekteyiz.. Aynı farkı Rus, Çin, Avrupalı, Afrikalı ve sair tüm kefere ile olan münasebetlerimizde de görmek mümkün.. Bütün bunlar yine aynı hakikate getiriyor bizi: “bir arada” yaşam dedikleri bir şey ancak belli şartlarla ve İslam Devleti’nin çatısı-garantörlüğü altında, onun fıkhı emanı altında vuku bulabilir. Kafirlerin iktidarında ise müslümanlara ancak ya zorla dinden döndürülme ya da zulmetme görülmektedir.. Bakarsak dikkatlice, bahsettikleri Ermeni sürgününde ve sürgün sırasında bazı saldırılara uğramalarında bile yine bir başka kafir taife olan Yahudi-Sabetay İttihatçıların imzası vardır! Vaktiyle Ermeniler’i kışkırtıp ve Müslümanlar’ın Türk ve Kürtler’in üstüne salan İngiltere ve Rusya kafiri, ve Ermeniler’i sürdürten ve yollarda telefatlara sebebiyet verdirten de yine bir başka kefere taifesi olan Yahudi-Sabetay kadrolar!.. Küfür nerede gaddarlık sadistlik alçaklık fitne fesad orada! İslam nerede, merhamet adalet fütüvvet mertlik orada!’..
Demokrasi ve Laiklik denen en tehlikeli tuğyan modelleri veya “dinsizlik ve kemiksizlik dini” ise, bir çok cihetten daha da küfür dolu ve mantıksızdır, ve sadece bazı kesimlere karşı birer oyalama ve aldatmacadır. Ancak ve ancak Şeriat-Hilafet devleti çatısı altında insanlar bir arada-komşu olup yaşayabilir. Evvela bu Müslümanın akidesinin gereğidir, yani her Müslüman İslam Şeriatı ile hükmedilmesini ona göre hayat sürmeyi ister, bunu istemeyen talep etmeyen zaten kafirdir; hem de Tarih bunu tasdik etmektedir, bu, yani farklı din mensuplarının belli hak ve sorumluluklara sahip olarak aynı memlekette huzur içinde yaşayabilmesi; sadece islam devletinde tecrübe edilebilmiş bir vakıadır..
Allahu Teala Kitabı’nda, Müminlerin Arz’da iktidar olduklarında ıslah ettiğini, kafirlerin iktidar olmasında ise harsı ve nesli yani ekini de nesli de, ademi de alemi de ifsad ettiklerini haber vermiştir. (56) Ki, hususan Hilafet’in yıkılıp Ümmet’in dağıldığı bu 20. asırda, Laiklik asrında bu ifsadı çok daha net ve tecrübi olarak görmekteyiz.
İkamet ve Seyahat Hürriyetine dair: Zımmiler müslümanların mukaddes ve haram bölgeleri diye bilinen kutsal bölgelerine giremezler, ve bazen de herhangi başka bir beldeye de güvenlik gibi gerekçelerle sokulmayabilirler. Bunların dışında, genel olarak islam memleketlerinde istedikleri yere seyahat edebilirler. Fakat Hicaz bölgesinde uzun süreli ikamet veya seyahatleri uygun bulunmamıştır çoğu alimce. Hatta, çeşitli sünni mezheblerden bir çok alime göre, Hicaz’a kısa süreliğine dahi giremezler. Bazı mezheb uleması da, üç günü geçmemek kaydıyla Mekke’de bulunabileceklerini söylemişlerdir. (57) Osmanlı’da da bu kaideler icra olunagelmiştir. Mesela, tüccar zımmiler veya müste’menler Hicaz haricinde diledikleri yere seyahat ve alışveriş yapabilmişlerdir. Keza bir gayrı müslim başka bir şehre taşınabilmiştir. Elbette gittiği beldemizde de yine kendi taifesi zümresi ile mukim olmuştur. Filistin’de Kudüs’de Yahudiler de Hıristiyanlar da kutsal mabedlerini serbestçe ziyaret ve ibadet yapabilmiş, kendi hacılık anlayışlarını icra edegelmişlerdir.
Kamu Hizmetlerinden Faydalanma, ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik hakları bahsi: Zımmiler, eğitim, ulaşım, haberleşme, temizlik, sulama, mahkemede hak arama dava açma vs gibi umumi müşterek hacetlerin giderilmesi maksadıyla devlet veya diğer kamu şahsı manevilerinden yani tüzel kişilerden verilen hizmetlerden faydalanma haklarına sahiptirler. Dini bazı tedbirler hassasiyetler ve kamu düzenini sağlamak maksatlı alınan tedbirler saklı kalmak şartıyla, zımmiler herhangi bir sınırlama olmaksızın iş, sanat ve ticaret hayatında hürce faaliyet gösterebilirler. hatta az ve şaz kalan bazı alimlerin itirazına rağmen cumhur ulema, islam tarafından yasaklanan nesne ve işlemlerin dinlerince tasvip edilmesi ve kendi aralarında olması kalması kaydıyla zımmilere mübah olabileceğini söylemişlerdir. İçki ve meyhane veya musiki vs buna misal teşkil edebilir belki. Dilimizdeki ‘Agop’un veya ‘Kirkor’un domuzu veya meyhanesi, ‘Dingo’nun -domuz- ahırı gibi deyimlerin de menşei azınlık meyhane ve domuz ahırlarıdır. ‘Zımmi, yaşlı olup çalışamaz hale gelir, veya herhangi bir kaza geçirir veya zengin iken yoksullaşır da dindaşları kendisine sadaka vermeye başlarlarsa o kimse İslam memleketinde oturduğu müddetçe vergiden muaf tutulacak ve geçimi devlet hazinesinden sağlanacaktır’ diyerek zımmilere bir tür sosyal güvence taahhüd edilmesi ta Asrı Saadet’ten beri mevcuttur. (58)
Siyasal Haklar bahsi: Müslümanlara göre Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmek, ve tağutları ve uydurma hükümlerini tekfir etmek ve onlardan sakınmak temel iman meselesi olduğu için; gayrı müslimlerin ulul emir ve de islam alimi olması düşünülemez bile. Yani, devlet başkanlığı konusunda ne seçme ne de seçilme hakları mümkün değildir. Aynı şekilde vali, ordu kumandanı emiri, ve kadı ve müfti ve molla müderris vs de olmaları mümkün değildir. Bu türden dini veya askeri veya üst derecede kamu görevine getirilmeleri ya da gelenleri seçmeleri mümkün değildir. Bu umumi kaide ile beraber; diğer bir kısım kamu hizmetlerinde çalışabileceklerine dair cumhurun görüşü mevcuttur. Müminin velayetini kafire veremeyeceğine dair ayet ve hadislerden dolayı asla üst düzey vazifeye gelmeleri veya seçim haklarının olması caiz ve mümkün görülmemiştir. Lakin bazı alimler, bu ayetlerde ve hadislerdeki kastedilenlerin düşmanlık yapan kafirler olduğu gerekçesi ile, alt tabakadaki bazı kamu hizmetlerinde zımmilerin çalışabileceğini beyan etmişlerdir. Bazı alimler de, vezirleri, tam yetkili ‘tefviz’ ve sadece uygulamaya işleyişe yönelik yetkisi olan ‘tenfiz’ şeklinde ikiye ayırmışlar ve uygulamaya yönelik olan türden vezarette ve sadece ihtiyaç olursa o durumlarda vazife verilebileceğini söylemişlerdir. Abbasi’de de görülmüştür. Ki, bu manada tarihte zaman zaman alt vazifeler veya yetkisi sınırlı bazı üst mevkide görev alan zımmiler var olmuştur. (59) Ayrıca tımar verilen zımmilerin voynuk, martolos, eflak örneklerinde gördüğümüz üzere savaşlara iştirak ettikleri de bilinmektedir. (60)
Yargı ve Hukuk Özerkliğine dair: Ayetteki ‘Eğer sana gelirlerse ister onlar hakkında karar verirsin, ister kendi hallerine bırakırsın..’ (61) sözü ve alakalı sair ayet ve hadislerdeki emir ve tavsiyelere binaen denilmiştir ki, zımmilerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda islam devleti müdahale etmekte yargılayıp yargılamamakta muhayyerdir. İster davayı kabul eder ve adaletle hüküm verir Şeriat’a göre, ister kendi hallerine bırakır. Bunlara binaen, İslam alimlerinin cumhuru, şahıs, aile, miras, ve borçlar gibi; dini inançla yakın ilgisi olan özel hukuk alanıyla, bazı ceza hukuku meselelerinde gayrı müslimlerin hukuk ve yargılama özerkliğinin olduğu görüşündedirler.. Lakin şu farkla, bazı mezhebler alimleri, kendi iç mahkemesine değil de şeriat mahkemesine başvuran gayrı müslimlerin davasına bakmak vücubiyetini, bazıları da muhayyer olunacağını savunmuşlardır. Eğer davada taraflardan birisi müslüman ise, veya meselenin içtimai bir ciheti varsa, veya dinlerini ilgilendirmiyorsa; davaya islam mahkemesi bakacağı ve şeriat ile hüküm vereceğinde herkes müttefiktir.. (62)
Vazife ve Mesuliyetleri bahsi: İslam memleketinin bir ferdi olduğu cihetiyle, zımminin en başta gelen vazifesi; İslam hakimiyetini kabul edip, müslümanların akidelerine amellerine, fıkhına hukukuna, ve ahlak ve örflerine adetlerine hörmet etmek, islam cemiyeti tarafından güvenilir bir vatandaş olarak görülmek, devletin milletin düzenine ve umumi ahlaka muğayir bir ahval içinde olmamaktır..
Zımmiler, ibadetleri ve kendi aralarındaki dini menşeli bazı özel hukuk ilişkileri dışında, sair meselelerde daima islam hükümlerini benimseyip uygulamak zorundadırlar. Her biri için hususi şartlar bulunan cizye, haraç, öşür gibi vergi görevini yapmak da diğer bir sorumluluktur. Bunlardan ‘Cizye’ ye ‘Baş vergisi’ de denir ve mükellef ve madden müsait her zımmi erkekten alınır. Zira bu zımmet akdinin mecburi bir neticesidir. Cumhur Ulemamız’a göre bu vergiyi vermek zorunda olanlar; akil baliğ olan ve sağlığı yerinde olan ve ödeme gücü bulunan erkeklerdir. Küçükler, kadınlar, akli sıhhati olmayan deli ve hastalar, kör kötürüm vs sakatlar, çalışamayacak derecede yaşlı veya hasta olanlar, yoksullar miskinler ve yine genel görüşe göre gayrı müslimlerin din adamları ruhbanlar bu vergiyi ödemezler. Ülke müdaafaasına fiilen iştirak edenler vs çeşitli şekillerde devlete katkısı-hizmeti olanlar da bu vergiden muaf tutulabiliyor.
Ayrıca, yukarıda da belirttiğimiz üzere; tımar verilen zımmilerin voynuk, martolos, eflak örneklerinde gördüğümüz üzere savaşlara iştirak ettikleri de bilinmektedir.
Toprak vergisi olan ‘Haraç’ ve gümrük ve ticaret vergisi olan ‘Öşür’ Hulafai Raşidiyn devrinden itibaren kurumsallaşmıştır. Ve Fıkıh kitaplarımızda, icab ettiğinde devleti islamiyyenin başka vergiler de koyabileceği de yazılıdır. (63)
Kıyafet ve Şeairler bahsi: Zımmiler olsun Müste’men ve Muahidler olsun; Müslümanlar ile eşit olmadıklarının, müslümanlardan aşağı olduklarının belirlenmesi için, ve bazı kimlik karışıklıklarının önlenmesi için, ve emniyet ve hakimiyetin tesisi için; müslümanlarla aynı ‘Kisve’ye bürünemez, aynı tür kıyafet ve takıları giyemez takamazlardı. Ve mühim dini semboller simgeler alametler olan ‘Şeair’ dediğimiz şeyleri teşhir edemezlerdi. Çan çalma, devasa Haç’larla yürüme vs. Mühürlerini arapça kazıyamazlar, müslümanlarca kullanılan lakap ve künyeleri kullanamazlardı. Boyunlarında gayrı müslim olduklarını belli eden kolye takmaları, zünnar kuşanmaları veya belirlenen dini ve mezhebi kıyafetleri giymeleri ve takıları takınmaları gerekmekte idi. Evlerinin damını müslümanlarınkisinden yüksek yapamazlardı. Yolda yürürken, karşılaştıklarında, daha kalabalık olsalar bile karşıdaki müslüman yol önceliği hakkına sahip idi. Gayrı müslim at ve cins deveye binemez. Eğer ve koşumlar süslü olamaz, ve eğer koşum ve üzengileri vs müslümanlardan farklı ve mümkün mertebe sade olmalıdır. Uzun yolculukları bir yana, bilhassa şehir içinde ata asla binemezler. Şayet eşeğe binerse de, müslüman bir taifeye rast geldiğinde inip o kısmı yürüyerek gitmelidir. (64) Ve Halife Sultan’ın eline murdar ellerini temas ettirmeyip hazerdeyse eteklerini seferdeyse atının üzengisini öpmeleri veya huzura kabulde randevu verilmesinin sürekli savsaklanması ve devletin iyi zamanlarında batıda elçimiz olmayıp sadece onların burada elçilik bulundurmaları ve farklı yabancı devletlerin elçilerinin değil saraydan herhangi bir muhatab bulup konuşabilmeleri -ki bu zorlaştırılmıştır, aylarca İstanbul’da sıra beklerlerdi sarayla görüşebilmek için- elçilerin birbirleri ile bile görüşmesinin yasak olması..
Bu gibi tahkir, mecburiyet ve kısıtlamaların temelinde Evvela cizye ayeti ve yol verme hadisi gibi “Ayetler” ve “Hadisler”den çıkartılan hükümler kaideler; hem bir “Tedbir” siyaseti hem zümreler arasında herhangi bir “Fitne”ye kargaşaya şayibeye mahal verilmemesi, ve de “Şurutul Ömeriyye” (65) adlı ve Hz Ömer’e nisbet edilen bir anlaşma metni gibi nakiller olması vardır. Ama bazı zevatı muhteremelerimizce bu zayıf gösterilmektedir.
Oysa bu türden uygulamalar için tek delil Şurutu Ömeriyye değildir ki. Alimlerimiz bir çok ayet ve hadisten bir takım hükümler çıkartmışlardır onlara göre içtihadlar etmişlerdir; mesela; evvela, bahsini ettiğimiz Cizye ayetindeki “Kendi elleriyle ‘Zelil’ bir şekilde” cizyelerini getirmelerinin zikrolunması (66), ve “Kafirlerle rastlaştığınızda selama siz başlamayın ve onları yolun dar tarafına sıkıştırın” (67) gibi hadislere binaen;
Her ne kadar da insanca bir hayat ve hürriyet verilse de, neticede müslümana nazaran zelil bir halde, ya da nisbeten düşük bir sınıfı oluşturmakta olmaları İslam Şeriatı’nın bir hükmüdür.
Bu çok nettir. Elbette bu düşüklük çerçevesi içinde bir çok hak ve hürriyete sahipti gayrı müslim komşularımız. Her şeyden evvel seferberlik emri fermanı olduğunda savaşa katılma mecburiyetleri yok idi.. Yani müslüman erkekler gibi savaşa katılma mesuliyeti yoktu. Bir çok hukuki meselede bir müslüman kadar sorumluluk altında değillerdi. Ecdadımız saferberliklerde cephelerde yıkılırken yok olurken, şehir merkezlerinde malına mal canına can katan semirdikçe semiren sömürdükçe sömüren ve fırsatçılık yapan, hatta işgal kuvvetlerine bayrak sallayan veya onlara casusluk yapan, yani tabiri caizse ‘arpası fazla gelip kuduran’ nice hainler de çıkmıştır, genellikle de rehavetin neticesidir bu ihanetler, zaruret ve zulmün değil! Ve elbette bir kısım sadık vefalı zımmimiz de çıkmıştır. Beş parmağın beşi bir değildir..
Evet İslam’da sınıfsal bir ayrım vardır. Lakin asla kast gibi değildir, dileyen iman eder ve anında layık olan müslüman kardeş muamelesini yanında bulur. Tevbe kapısı ve İslam olmak ve böylece müslümanın haklarından faydalanmak -velev ki zahirinde münafıklık yapacak olsa bile- herkese açıktı. Hatta zaten kimse kimseyi şahsi nefsi için aşağılamıyor, imanın izzeti ve küfrün zilleti göz önüne alınarak ve bahsettiğimiz hükümler dikkate alınarak yapılıyordu bazı küçültücü muameleler.. Ve nihayetinde zımmi, İslam olmasa da belli standartlara sahip bir huzurlu hayat sürmesi mümkün idi, islam adalet ve ihsanını bilip görüp de kendi arzusu ile islam olan veya islam ordularını davet eden veya kalelerini şehirlerini işbirliği ile teslim eden ve islam fethinden mutlu olan nice belde ve şehir hikayesi vardır, hepimizin malumudur..
Kisve Pahası nedir: Osmanlı Devleti’nde, bir gayrı müslim müslüman olacağı zaman kendisine ulaşsın veya ulaşmasın doğrudan Padişah’a hitab eden bir arzuhal mektubu yazardı. Belli formüllerle yazılan bu arzuhaller, -ariza- müslümanlığı kabul ettiğini arz eden kişinin, bir tür haber verme ve müslüman hüviyeti talebidir. Ve dilekçeyi alan ve en az iki şahit huzurunda ihtidayı resmiyete döken devlet, “İmam kalkandır” hadisinin de tezahürüdür ki; derhal o zatın “müslüman” olduğunu Şeriyye Sicilleri’ne İhtida İlamı olarak kaydederdi, ve ayrıca, o artık kendi kavmince ihanet etmekle veya küfre girmekle vs suçlanıp dışlanabileceği ve garib adeta öksüz bir hale düşeceği için ‘Arkanda Halife Sultan’ın var, Devlet var, Ümmet var rahat ol’ dercesine “Kisve Pahası” ödenirdi. Kisve kıyafet demek malum, paha da fiyat karşılık. Yani manası; kıyafet ederi. Müslüman olan eski gayrı müslime derhal bir miktar para yardımı yapılır ve bir takım müslüman kıyafeti parası da hediye edilirdi. Kisve Pahası bunlardır işte. Bu sırada tabi ki kişinin ismi de değiştirilirdi. (68)
“Uzun yıllar müslümanlarla iç içe yaşayan gayrı müslim vatandaşlardan bir kısmının kendi istekleri ile ihtida ettikleri görülmektedir. İhtida edenler Şer’iyye Sicili denilen mahkeme defterlerine yazılırdı. İhtida kayıtları doğrudan veya dolaylı olarak sicillerde yer alıyordu. Doğrudan ihtidalar mahkemede, mühtedinin kendi iradesi ile müslüman olmak istediği, hangi dine ve millete mensup olduğu, yeni isminin ne olacağı gibi hususları açıkça belirtilerek yapılmaktaydı. Bu tarz ihtidalar ‘İhtida İlamı’ şeklinde sicillere kaydedilmekte idi. Dolaylı olarak bilinen ihtidalar ise miras, alım-satım, kefalet ve benzeri kayıtlarda geçen isimlerin yanında ‘mühtedi’ kelimesinin yer almasından anlaşılmaktadır. Bir mühtedinin isminden bahsedilirken kendi adından sonra müslüman olmayan babasının yerine ‘Allah’ın kulu’ anlamına gelen Abdullah adı kullanılırdı. Bu sebebdendir ki, babasının adı Abdullah olartak belirtilenlerin çoğunlukla ihtida eden kimseler olduğu kabul edilirdi. (69)
Levent Akıncı – Psikolog Tarihçi
Dipnotlar:
1) DİA. “Zımmi” maddesi
2) DİA. “Gayrı Müslim” maddesi.
3) İslam Hukuku Açısından Tekfir Meselesi. Faruk FURKAN. Dizgi Ofset-Konya 2012. Syf 149
4) DİA. “Gayrı Müslim” maddesi. Zımmi-Müste’men-Muahid-Harbi tarifi.
5) Kayı-1. Prof. Ahmet ŞİMŞİRGİL. Ktb Yayınları. İstanbul-2008. 14 nolu dipnot. / Osmanlı’da Karşı Düşünce ve İdam Edilenler. Rıza ZELYUT. Yön Yayıncılık. İstanbul-1995. Syf 13 / Bilinmeyen Osmanlı. Prof. Ahmed AKGÜNDÜZ. Osav. İstanbul-1999. Syf 23-25. / Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. Prof. İlber ORTAYLI. Cedit Neşriyat. Ankara-2010. Syf 201.
6) İslamda Sosyal Düzen. Dr Mustafa Rafii. Fikir Yayınları. İstanbul-1986. Syf 235.
7) DİA. “Zımmi” maddesi.
8) Bu koloni bu gün hala daha Beykoz civarındaki Polonezköy‘de ikamet etmektedir. Herhangi bir kitaba ulaşamadımsa da, gazetelerde ve internette bir çok haber ve sitenin konusudur bakıldığında çok şey bulunabiliyor.
9) Osmanlı Devleti Tarihi. Hammer. 2. Syf 541-542.
10) Kayı-1. Prof. Ahmet ŞİMŞİRGİL. Ktb Yayınları. İstanbul-2008. Syf 59.
11) İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi. M. İSLAMOĞLU. 1. Cilt
12) Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler. Prof. Hikmet TANYU. / Kayı-2. Prof. Ahmet ŞİMŞİRGİL. Şems Yayınları. İstanbul-2006. Syf 153 / DİA. Zımmi Maddesi, M. Macit Kenanoğlu. Osmanlılar’da Zımmiler bahsi..
13) Hilafetin İlgasının Arka Planı. Şeyhülislam MUSTAFA SABRİ EFENDİ. İnsan Yayınları. İstanbul-2007. Syf 14, 91, 104.
14) Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. Prof. İlber ORTAYLI. Cedit Neşriyat. Ankara-2010. Syf 196.
15) İslam Hukuku Açısından Tekfir Meselesi. Faruk FURKAN. Dizgi Ofset-Konya 2012. Syf 68. Ayrıca, aynı eserde; tekfirin bir olgu değil, bir Şer’i Hüküm olduğu hakkında bakınız Syf 49.
16) DİA. “Gayrı Müslim” maddesi.
17) Al-i İmran Suresi. 85. Ayet.
18) Bakara Suresi. 42. Ayet.
19) Nisa Suresi. 139. Ayet. Al-i İmran Suresi. 28. Ayet..
20) Mücadele Suresi. 14. Ayet
21) Kafirun -kafirler- Suresi. 1. Ayet.
22) Meryem Suresi. 48. ve 49. Ayetler.
23) Tağut. Ahmed El KATTAN-Muhammed Ez ZEYN. Kitap Dünyası Yayınları. Konya-2010.
24) Nisa Suresi. 60. Ayet.
25) Casiye Suresi. 18. Ayet / Şura Suresi 13. Ayet. / Şura Suresi. 21. Ayet. / Nisa Suresi. 59. Ayet. / Maide Suresi. 48. Ayet.
26) Nisa Suresi. 59. Ayet.
27) Hadis. Tirmizi, Fiten.
28) Bakara Suresi 256 ve 257, Nisa Suresi 51 ve 60 ve 76, Maide Suresi 60, Nahl Suresi 36, Zümer 17-18. Ayetler.
29) İbni Ebu Şeybe.
30) Yusuf Suresi. 106. Ayet.
31) Ankebut Suresi. 61. Ayet. Ve diğer bir çok ayette benzer ifadeler mevcuttur.
32) Tağut. Ahmed El KATTAN-Muhammed Ez ZEYN. Kitap Dünyası Yayınları. Konya-2010.
33) Şerhu Birgivi Li Kadızade. İmam Birgivi-Dersi Amm Kadızade İslambuli. Matbaai Amire. İstanbul-1803. Elfaz-ı Küfür babı. / Tuhfetüş Şahan. Kudüs Mevleviyeti Payeli Kadı Seyyid Ebul Beka El Kefevi. Elfaz-ı Küfür faslı. /
34) Şerhu Birgivi Li Kadızade. İmam Birgivi-Dersi Amm Kadızade İslambuli. Matbaai Amire. İstanbul-1803. Elfaz-ı Küfür babı. / Tuhfetüş Şahan. Kudüs Mevleviyeti Payeli Kadı Seyyid Ebul Beka El Kefevi. Elfaz-ı Küfür faslı. / Camiul Mütun. Ehli Sünnet İtikadı. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi. Elfaz-ı Küfür bahsi.
35) Hud Suresi. 113. Ayet.
36) İhyai Ulumiddin. Muhammed Gazali. 2. Cilt.
37) Tarih-i Peçevi. İbrahim El Peçevi. Muhtasar Tercüme; Murat Uraz. Neşriyat Yurdu. İstanbul-1968. 1. Cilt, Syf 171.
38) Bakara Suresi 120. Ayet.
39) Demokrasi Bir Dindir. Ebu Muhammed El Makdisi. Şehadet Yayınları-Konya.
40) El Milel Ven Nihal. Muhammed Şehristani. / El Fark Beynel Firak. AbdulKahir El Bağdadi. / Tekfirde Aşırılıktan Sakındırmak İçin Otuz Risale. Ebu Muhammed El Makdisi. / Muasır Mürcieye Cevap. Ebu Muhammed El Makdisi. / El Cihad Vel İçtihad. Ebu Katade El Filistini.
41) DİA. “Gayrı Müslim” maddesi. İslam’da diğer din mensuplarına karşı takınılacak tutumlara dair açık net hükümler olması ve onları da hayatta bir yere koymasına karşın; Batı’nın 19. yüzyıla kadarki mazisinde, milletler arası hukuk konusunda ve yani farklı din ve kavimlere karşı ‘keyfi’ davrandığı bahsi..
42) Tevbe Suresi. 29. Ayet.
43) Bakara Suresi. 256. Ayet.
44) Hadis. Buhari, ‘Cihad’, 102. / Müslim, ‘Cihad’, 2, 12. / Ebu Davud, ‘Cihad’, 82.
45) DİA. Zımmi maddesi.
46) Kayı-2. Prof. Ahmet ŞİMŞİRGİL. Şems Yayınları. İstanbul-2006. Syf 151-155 / Mübeşşer Gazi Sultan Fatih hazretleri tarafından imtiyazlar verilen Patrikhane çok sonra 19. asırda dış devletlerin de dümen suyuna gelip bazı ihanetler içerisine girip, Balkan-Yunan isyanlarında ve toprak kaybımızda ve bir çok askerimizin şehid olduğu çatışmalardaki rolünden dolayı Halife Sultan 2. Mahmud hazretleri tarafından en sert şekilde cezalandırılacaktır. Patrikhane önünde asılan patrik 3 gün kokana dek orada tutulur ve ibret için indirtilmez.. Bundan evvelce de bir patrik öldürülmüştü.
47) DİA. “Zımmi” maddesi.
48) Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. Prof. İlber ORTAYLI. Cedit Neşriyat. Ankara-2010. Syf 323-324.
49) Taşkışla’da 31 Mart Faciası. Mustafa TURAN. Aykurt Neşriyatı, Çelikçil Matbaası, İstanbul-1964
50) Bilinmeyen Osmanlı. Prof. Ahmed AKGÜNDÜZ. İstanbul-1999. Syf 435.
51) İslam Medeniyeti. Prof. Andre MİQUEL. Birleşik Dağıtım Kitabevi. 1. Cilt. Syf 472.
52) İnternet. Doğrudan canlı kanlı şahit olduğumuz yaşayarak tecrübe ile bildiğimiz hadiseler dışında, hiç bir bilgi ve belge bu günkü kamera tekniği ile kaydedilip paylaşılan görüntüler kadar sahih-bilimsel değildir. Eğer ki teknik bir hilesi yok ise.. Bahsettiğimiz taifelerin devlet ve zümrelerin “.. müslümanlara zulmü” diye arama motorlarına yazıp tıkladığımızda internette çıkan sayısız videonun her birisinin bir stüdyoda sahnede dekor ve oyuncular ve senaryo hazırlanarak çekilmiş yani yalancı sahte şeyler olması ihtimali (?) yoktur!.. Belgelerle, kitaplarla uyuşup kalmamak, bazen asrın en büyük belgesi olan net’i de takip etmek bir tarihçi için en mühim metodlardan birisi olmalıdır. Zira, eğer stüdyo-montaj vs mahsulü değil ise; bu gibi arizi haller dışında; bir görüntü “bazen” tüm sair bilgi ve belgelerden daha elzemdir ve hakikatin ta kendisidir!.. Evet, asrın en büyük yalanları en süslü balonları da sanalda, ama bazı en büyük hakikatleri de sanalda mevcuttur. Ayıklamak ve faydalanmak, kullanmak lazımdır. Elbette evvelkilerin matbu eserleri ile boy ölçüşemez, ama faydalanmak da gerekir..
53) Kayı seti. Prof Ahmet ŞİMŞİRGİL. İlk asırlarda Karamanlı’nın sonraki asırlarda da Safevi’nin hile ve savaşları hakkında. / Reddül Muhtar. Allame İbni Abidin. Vahabilik meselesi / Medine’de Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler. Dr Feridun KANDEMİR. Hicaz savaşları ve Vahabi-Necdi bahsi / Kabe Kıyamı. adlı kitap, 1979 Kabe kıyamını anlatır, baskısı seneler evvel tükenmiştir.. Ve benzeri pek çok kaynakta da Vahabilik meselesi ve Suudi ihaneti..
54) Hilafetin İlgasının Arka Planı. Şeyhülislam MUSTAFA SABRİ EFENDİ. İnsan Yayınları. İstanbul-2007. Syf 14, 91, 104.
55) DİA. “Zımmi” maddesi.
56) Bakara Suresi 11. Ayet. Bakara Suresi. 205. Ayet. Ve daha pek çok ayette, zıt şeyler olan İfsad ve Islah’dan bahsedilmiştir.
57) DİA. “Zımmi” maddesi.
58) DİA. “Zımmi” maddesi.
59) DİA. “Zımmi” maddesi.
60) Sofya’lı Ali Çavuş Kanunnamesi. 1653. Midhat SERTOĞLU. Marmara Üniversitesi Yayınları. İstanbul-1992. Syf 67. / Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. Prof. İlber ORTAYLI. Cedit Neşriyat. Ankara-2010. Syf 127
61) Maide Suresi. 42. Ayet.
62) DİA. “Zımmi” ve “Gayrı Müslim” maddeleri.
63) DİA. “Zımmi” ve “Gayrı Müslim” maddeleri.
64) Tuhfetüş Şahan. Ebul Beka El Kefevi. Halebi Babadağı Tercemesi Derkenarı. Matbaai Amire-İstanbul. “Faslul Kefere” kısmı. ‘Zımmi mutlak surette at binemez, ve eşeğe binerse de müslüman bir cemaat görünce iner yürür’..
65) DİA. “Zımmi” maddesi
66) Tevbe Suresi. 29. Ayet.
67) Hadis. Buhari, Müslim, Ahmed ve diğerleri..
68) Kisve Pahası belgesi örnekleri sonda ektedir.. Eldeki sayısız “kisve pahası” arzuhallerinden bazı örnekler.. http://www.os-ar.com/kisvebahasi/
69) Osmanlı Döneminde İhtida. Makale. Prof. Ziya KAZICI. Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi. “Köprü” Dergisi. 91. Sayı. 2005.
“Saadetlü Padişahım Sağ Olsun;
..Ve Kafir Oğlu Kafirem, Padişahım Huzuru Şerifinde
İman ve İslam”ı Kabul Etmek İsterim,
Baki ferman padişahımındır.”
“Devletlü Kıdvetlü Sultanım Hazretleri Sağ Olsun;
Tekfur dağından Ermeni olub,
Şeref-i İslam’la müşerref olmak içün yüz sürüp geldim
merhameten kisvei sadaka eylemek babında ferman sultanımındır”
Çeşitli Kisve Pahası Arizası Örnekleri..