Osmanlı dönemindeki Türkmen ve Yörük[1] taifelerinin din, mezhep, örf ve adetleri, gelenek görenekleri, ve folklorü dendiğinde; buna dair bir çok kaynakta bir çok malumat bulunacaktır. Din, Mezheb ve bazı temel Adetler gibi bazı müştereklere rağmen her bir camianın şahsına münhasır bazı vasıflarından doğan bir çok ‘yerel farklar’ da olduğu ve de zaman içinde bazen ‘değişim’ de gösterebileceği göz önüne alındığında çok geniş bir yelpaze arzeden bu ahvalin tasvirinde sayısız eser kaleme alınmıştır. Ayrıca, hareket halinde olan bu topluluklar birbirleriyle ve diğer toplumlarla sürekli sıcak temas ve etkileşim içinde olduğu için ‘hangi taife’ ve ‘hangi dönem’ sorusuyla yola çıkılıp bir kesit mercek altına alınmadıkça, o kadar açık uçlu ve sahası geniş bir konudur ki üzerine bir çok kitaplar ve tezler yazılabilir, ve de yazılmıştır, yazılmaktadır. Lakin bu hikaye Türkler’in İslam’a girmesi ile başladığı ve Osmanlı Türkmen ve Yörükleri’nin de neticede evveliyatın birer devamı olması sebebiyle din, örf ve adetler hakkında daha eskiye göz atarak işe başlamak gerekmektedir.
Oğuz Türkleri’nden olan Türkmen ve Yörük taifeleri ve sair tüm Müslüman Türk taifelerinin Din-Mezheb ve Adetler’i hakkında konuşmak için önce; ilk defa ne zaman ve nasıl ve ne vesilesiyle İslam olduklarını ve ayrıca, kadim din ve kültürlerini kurcalamak gerekmektedir.
Bilinen ilk Müslüman Türk Hakan olan Cafer Bin Abdullah İlteber Almış Han liderliğindeki İdil Bulgarları[2] bildiğimiz üzere Hicri 4. Miladi 10. Asır başlarında İslam ile müşerref olmuşlar, ve Abbasi Halifesi ile uzak coğrafyadan da olsa yakın münasebetler kurmuşlar ve Halife’ye itminan-ı kalp ile ve muhlisane bir surette biat etmişlerdir. Ehli Sünnet Vel Cemaat’in Hanefi mezhebince Müslüman olan bu taifenin hemen ahirinde yakın bir dönemde, yaklasık 20 sene sonra Karahanlı Hakanı Abdulkerim Satuk Buğra Han liderliğinde ve Karluk Türkleri öncülüğüyle İslam olan Türkistan Türkleri de aynı şekilde Ehli Sünnet mezhebince Müslüman olmuşlardı.[3]
Tüm alim ve tarihçilerin ittifak ettiği bir hadisedir; ilk kez Abbasi Hilafeti zamanında İslam ile müşerref olan Türk taifelerinin “Ehli Sünnet-Hanefi” oldukları. Buradan devam edecek olursak.. Gazneliler, Selçuklular ile devam eden bu Sünnilik Eyyubi, Memluk, ve Osmanlı’da da aynen devam etmiştir..
Osmanlı’da din İslam, resmi mezheb de Hanefi-Maturudi idi.[4] Bu, kuruluştan yıkılana dek tüm devirlerinde ve de, Türkler yani şehirli medeniler için de, konar göçerler yani tabiri caizse Türk’ün bedevisi olan Türkmen ve Yörükler için de böyle idi.[5]
Dört Ehli Sünnet mezhebi içinde en kadimi olan Hanefi mezhebi; hem İslam Alemi’nde en çok neşvü neva bulan mezheb olmuş, hem de Türk’ün kadimi ve daimi mezhebi olagelmiştir. Şafi mezhebi daha çok Kürtler ve çeşitli Araplar ve sair bir kısım akvam arasında, Hanbeli ve Maliki de daha çok Arap ve Berberi, Kıbti vs müslümanlar arasında neşvü neva bulmuştur.[6]
Din ve mezheblerin Osmanlı’ya kadarki geliş sürecine dair bu kısa hatırlatmadan sonra.. Önce bazı ilginç iddia ve suallerden başlayarak, konar göçerlerin inanç ve adetlerine dair; ‘ne oldukları’ndan ziyade, evvela, ‘ne olmadıkları’ndan ve bu babda çeşitli iddialardan bahsedecek ve adeta tersden giderek meramımızı anlatmaya çalışacağız. Bir kısım oryantalistler ve bazı yerli araştırmacıların kimisinde ilmi bir yanılgı olaraktan kimisinde de ideolojik saplantı sonucunda ilk Müslüman Türkler hakkında olsun, Osmanlı Türkmen ve Yörükleri hakkında olsun “umumiyetle şii veya kızılbaş idiler” iddiasıyla başlamak isteriz.
Evvelki ve diğer Müslüman Türkler; İdil Bulgarları, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, ve Beylikler hatta Osmanlı’nın çağdaşı Timurlu, Şeybani, Babürlü vs konumuz dışı olduğu için fazla söz sarfetmeden onlara dair sadece İbni Fazlan Seyahatnamesi, İbni Batuta Seyahatnamesi, veya Nizamülmülk Siyasetname’si, İbnül Esir Tarihi, İbni Haldun Mukaddime’si, Reşidüddin gibi ve saire bir çok birincil ve muhim kaynağa havale ederek Osmanlı konar göçerlerine geçelim.
Bir kısım tarihçi, yazar ve araştırmacı; Osmanlı’da medeni yani şehirli Türkler’in Sünni; Türkmen ve Yörük taifelerinin ise genellikle Alevi olduklarını, devleti ilk kuran Akıncı-Gaziyan gibi zümrelerin göçebe kızılbaş olduklarını, Seyh Bedreddin ve daha sonra Safevi meseleleri başlayınca bilhassa İran ile bir siyasi kutuplaşma yaşayan Osmanlı’nın sırf ‘siyaset icabı’ tümden Sünnileşme politikası güttüğü ve aslında hepsi de alevi olan göçerleri de buna zorladığı ve benzer iddialarda bulunmaktadırlar.[7]
Fakat ilk Müslüman Türkler’in; Turan ellerinde ve Kafkas ötesinde var olmuş olan bahsettiğimiz devlet ve boyların “Ehli Sünnet-Hanefi” olduklarını gözden kaçırıyorlar. Ve malumdur ki onlar Osmanlı teşkilatlanmasının ve medeniyetinin olmadığı bir dönemdeki konar göçer Türkler idi. Osmanlı bu kesintisiz altın silsilenin son halkasıdır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin bünyesinde ve ona biatlı bir uc beyliği olarak iskan ve fütuhata başlamış sonra da malum mukadder cihan hakimiyetine ulaşmışlardır. Selçuklu’da Gazali’ler Osmanlı’da Birgivi’ler devletin medrese ayağını teşkil ediyordu.
Ayrıca; kurucu gaziler olan Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad Gazi’ler’in kılıcına kalemiyle, fetvası ve duasıyla her türden desteği veren Edebalı, Dursun Fakı, Osman Yahşi, Molla Taceddin Kürdi, Mevlana Hayreddin, Davud-u Kayseri gibi Hanefi-Maturudi ulemanın beyliğin-devletin en derininde ve köklerinde ve en büyük yere sahip olduğu da bir diğer mühim bilgidir.
Ayrıca; en basit ‘göz var izan var’ kaabilinden kaba bir bakışla bile, bu türden iddialar onomostique yani isimbilim açısından da garip kalmaktadır. Zira her şeyden evvel devletin ilk kurucusu kabul edilen ve henüz konar göçer olarak yaşamakta olan Osman Gazi’nin ismi şia ve benzer taifeler tarafından asla ve asla kabul görmeyen nefret edilen bir isimdir. Hulafa-i Raşidiyn’den olan Hz Osman’ın ism-i şerifidir.
Nasıl ki sayısı yetmişin üzerinde olan Kerbela şehid ve gazileri olan Ehli Beyt ailesi çocukları içinde isimleri Ebubekir, Ömer, Aişe, Osman olanlar vardı; benzer şekilde Osmanlı kurucu kadrosu içinde de sürekli Ehli Beyt isimleri ile Sahabe isimleri bir arada görürüz. Şia nasıl ki, Ehli Beyt’in Sahabe’den berî olduğu ve ayrıştığı gibi çirkin bir iddiada bulunuyor ama sadece Kerbela şehid ve mazlumlarının isimleri bile onları yalanlıyorsa; aynı durum Osmanlı kuruluş asrında öncüler için de geçerlidir ve sadece Sahabe ve Ehli Beyt isimlerinin belki her birisine bir arada rastlamak mümkündür.
Ayrıca Akıncı ve Deliler gibi Evlad-ı Fatihan denilen nüfuzlu kurucu ailelerin soyundan gelen Cihad cemaatlerinin kendilerini kah hazret-i Ali kah hazret-i Ömer’e nisbet etmeleri de çok anlamlı bir denge ve şâmil-câmi Sünni duruştur.
Hülasa isimlerden bile yola çıkılsa Şii-Kızılbaş iddiaları komik kalır. Osman Gazi isminde görüldüğü gibi, Akıncı Ömer Beyoğulları isminde görüldüğü gibi, hakeza diğerleri..
Yine, devletleşme ve teşkilatlanmanın, çeşitli kurumsallaşmaların ta Osman Gazi ve Orhan Gazi devrinden başladığı, yani aslında ta en baştan beri var olduğu bilinmektedir. Bu teşkilatlanma ve kurumsallaşmada Osman ve Orhan Gazi’nin silah arkadaşları ve fakı yani Sünni-Hanefi Fakih’i alim mollaların ve vezirlerin rolü açıktır. Ayrıca, en önemlisi de, Osmanlı’nın evvelki bahsettiğimiz İslami-Türk Devletleri’nin bir zübdesi bir kamil meyvesi ve varisi-devamı olduğu hakikati!. Ve onların hepsi de Ehli Sünnet-Hanefi idiler.[8]
Osmanlı’da, İdari manada Kadı’dan sonra gelen ve çeşitli devirlerde Voyvoda, Türkmen Ağası, Boybeyi, İhtiyar, Oymak Kethüdası, Başbuğ, Subaşı, İleri, Yiğitbaşı, Eşkinci, Çeribaşı gibi çeşitli amir ve seçkinleri hiyerarşisi ile devlete tabi ve hizmetleri olan Türkmen ve Yörükler; dini cihetten de başı boş değildi. İmam ve müezzin gibi din görevlilerinden başka, müderris ve fakihler de görülmektedir. Ve bunlar vergiden de muaf idi. Ve göçerler bazı sabit bazı da gezici Kadılar’ın taht-ı kazası altındadırlar. [9]
Devletin en mühim resmi kayıtları olan ‘Mühimme Defterleri’nde de Türkmen ve Yörükler hakkında çok çeşitli kayıtlara rastlanmaktadır. Gerek Avusturya veya Gürcistan gibi düşman üzerine gidilirken gerekse Şii-Kızıbaş Safevi üzerine gidilirken yani hem garp hem de şark seferlerinde Gazalara iştirak ettikleri; kale, gemi, yol, köprü, cami inşa veya tamiri veya, top ya da barut imalatı, maden hizmeti, kasaplık, veya seferlerde at ve erzak temini ve taşımacılık vs çok çeşitli vazifelerde bulunduklarını, her bir taifeden istidadına ve takatine göre çeşitli hizmetler alındığı, zaman zaman vazife tayininde ve aynı şekilde yaylak-kışlak tayininde devletin değişikliklere de gittiğini ve bu yaylak-kışlak tayininde olsun sair tüm işlerinde olsun hemen her şeyin doğrudan ya da dolaylı olarak “Kadı” idaresi ve nezaretinde gerçekleştiği, göç yollarında da aynı şekilde bazen bazı düzenlemelere gidildiği, bazen göçerlerin yerleşik halka veya ekinine zarar verdiği ve devletin müdahale ettiği bazen de sipahi ve yeniçerinin göçerlere kötülük ettiği ve yine devletin bu tür haksızlıklara müdahale ettiği, bazı vergilerden zaman zaman muaf tutuldukları, haklarında ta kadimden beri çeşitli kanunnameler olduğu, ve on yedinci asrın sonundan itibaren zorunlu iskana tabi tutulanlarının olduklarını, yörük oğlu yörüğün sınıfsal değişimine hoş bakılmayıp konumunu muhafaza edip ve vazifesini sürdürmesinin istendiğini, insanın olduğu yerde halisi de çıkar muzırı da kaidesi iktizasınca; bazen bazısının harpten kaçtığı veya eşkiyalık yapan veya suhte olanlarının ya da rafızi olanlarının da çıktığını vs.. Mühimme defterlerinde çok çeşitli ve bolca malumata rastlıyoruz.[10]
Türkmen ve Yürüklerin arasında Kızılbaşlık türeyecek olsa anında devletin müdahale ettiği, ve nadiren de olsa bazı tabiri caizse fetret veya savaş ve sefer zamanlarında veya kıtlık yokluk sıkıntı çok olduğu vakitlerde bazı fırsatçı dailerin göçerler arasında tefrika yapmaya ve rafızilik yaymaya çalıştığını görmek mümkün. Fakat devletin derhal müdahale ettiği ve mikrobun en kısa vakitte imha edildiği de aynı nakillerden anlaşılmaktadır.
“Adana begine hüküm ki; Haliya Kasun kadısı mektub gönderüb kazai mezbura tabi cemaati Dokuz’dan Kör Tatar demekle maruf kimesne eba an ced rafızi olub bu ane gelince revafız cemiyetin hafiyyeten iderken haliya aşikare ider olub ve nice sünnileri dahi mezhebinden çıkarub başına cem idüb cemiyetden hali olmiyub ve vilayet halkından bin nefer kimesneye hüküm idüb her davada bu cümleye reis olub nice müslümanlara şahidi zor ikamet idüb ve bazı kimesneye iftira eyleyüb vilayet halkına ihtilal virmişdür deyu arz etmegin buyurdum ki; vusul buldukda te’hir etmeyüb mezkuru ele getürüb, dahi toprak kadısı mahzarında ayanı vilayetden ve bigarez kimesnelerden ahvalin hak üzere tefdiş idüb göresin. Arz olunduğu üzre mülhid ve rafızi olduğu sabit olursa mutezayı Şer’ üzre lazım geleni icra idesin ehli fesad ve rafıziye asla ruhsat virmiyesin. Fi 12 C 985″[11]
Türkmen ve Yörüklerin, bahsedildiği üzere, harplere taşımacılık, erzak temini, top veya kale imalatı vs çeşitli hizmetlerinin yanı sıra doğrudan muharip güç olarak katıldıkları da bilinmektedir. Hatta, sadece Avusturya vs garp seferlerine değil, Safevi İran üzerine yapılan şark seferlerinde de vazife aldıkları bilinen bir hakikattir. Yeri gelmişken ekleyelim, bu da evvelce bahsettiğimiz meseleye dair bir diğer delildir elimizde. Yani, Türkmen ve Yörükan taifeleri eğer Şii-Kızılbaş olsalardı devlet nasıl güvenir de Safevi topraklarına harp için onları da götürürdü?..
“Vize Yörükleri su başısı ve Cingâ(ne) ve Vize müsellimleri zabiti Mustafa Ağa’ya hüküm ki; Hala düstur-u ekrem Vezir-i Azam Osman Paşa edamallahu teala iclalihhu ile sen yörüklerin müsellimlerin ile, seni şark seferine tayin idüb muaccelen su başılığına tabi olan yörük ve müsellimleri ihrac idüb ruzı Hızır İlyas’a degin Erzurum’a varub dahil olmanı emir idüb buyurdum ki.. Vardukda asla te’hir ve tevakkuf etmeyüb su başılığına tabi olan Vize yürüklerin ve Çingâne ve Vize müsellimlerin çeri başıları ve altışar aylık zadu zevadeleri ile olıgelen adet ve kanun üzre müretteb ve mükemmel sefer yarağı ile muaccelen ihrac idüb tayin olunan zamane degin mahalli me’mura varub irişüb vechü münasib görülan hidematı hümayunumda envai ikdam ve ihtimamın zuhure getüresin. Şöyle ki, geç gelüb veya yürüklerün müselimlerin eksik getürecek olursan envai itab ve ikaba müstehak olursun ana göre mukayyed olub ikdamda kusur komiyasun. Fi 20 Za 993.”[12]
Bazı kadı ve ileri gelenlerin göçerleri yeterince ve vakitlice toparlayıp sefere getirmediği zamanlarda bazen muhatabın en sert şekilde ikaz edildiği, ve Cihad’ın Şer’i bir vazife olduğu, bundan kaçan veya buna göz yumanın öldürüleceği gibi en sert tehditler de görülmektedir.
“Yürüklerin ihracına memur olan kapucı başı ve taifei mezbure sakin oldukları yerlerde vaki kadılara ve ayanı vilayet ve il erlerine hüküm ki; Zikrolunan kazalarda vaki yürükân taifesinin Sofya sahrasında Taht-ı Liva-i Resulullah’da dernek ve cemiyetde mevcud bulunub Gayret-i Diniyyelerin icra etmek üzre bundan akdem fermanı alişanımla sen ki kapucu başı mumaileyhsin, tayin olunmuş idin. Bu ane degin taifei mezbureden bir ferd memur oldukları mahalde mevcud bulunmadıkları sem’i hümayunuma ilka olunmağla cümleniz mes’ul ve muateb olmuşsuzdur. İmdi, mukaddema sadır olan fermanı alişanım mucibince cümleniz maiyyet ve ittifak ile taifei mezbureyi evlerinden ve yerlerinden ihrac ve bir gün mukaddem mahalli mezbura irsal ve Hidmet-i Din-i Millet’de mevcud itdürdüb bu babda ihmal ve tekasülen ve bir ferde himayeden ziyade ihtiraz ve ictinab eyleyesiz. Şöyle ki; bundan sonra bir ferd evlerinde ve yerlerinde bulunub ve yahud celb-i mal olunmağla Hidmet-i Din-ü Devlet-i Aliyyem’in te’hirine bais olasız bir vechile cevaba kadir olmıyub bila-te’hir haklarınızdan gelinür ve bundan sonra mahsus mütehayyiz adem gönderilüb evlerinde ve yerlerinde bulunanlar bila emanın katlolunmak mukarrerdir. Ana göre herkesi habir ve agah ve dikkat ve ihtimam eyleyesiz deyu yazılmışdır. Fi Evaili M. 1101″[13]
“Hadikai Hassa ustalarından Ömer ustaya hüküm ki; Kürd ve Türkmen taifesinden olub seferi hümayundan bila izin firar idüb Gelibolu ma’berinden ubur etmek hevesile ol taraflarda gezüb kura fukarasına gadir ve teaddi ve ebnai sebile tecavüz idenleri ahz ve Şer’ ile haklarından gelmen babında fermanı alişanım sadır olmuşdur. Evaili M 1103.”[14]
Yukarıda Adana göçerleri arasında zuhur ettiği ve devletin derhal müdahale ettiği Rafızilik bahsine, bazı zamanlarda ortaya çıkan Sünnilik adına Suhtelik yapan şakileri, ve bazı harplerden kaçan, ki; bahsedildiği üzere Gaza Dini bir vecibedir; bazı Türkmen ve Yörükler’den bahsedildi. Bunlar da bize Hanefi Mezhebi Uleması’nın asrındaki İmam İbrahim El Halebi veya Şeyhülislam Ebu Suud gibi sayılı kilometretaşlarından olan İmam Muhammed Birgivi hazretlerinin neden “Türkçe” bir Vasiyetname namlı Risale yazdığını, keza sonraki asırda İbrahim El Halebi’nin Sağiyr’inin İbrahim Babadağı tarafından Türkçe’ye tercüme edildiği; ve Ebul Beka El Kefevi’nin Tuhfe’sinin Türkçe oluşunu daha iyi anlama imkanı sunuyor.
Medeni Türkler çok daha kolayca din öğrenmekteydiler ve sabit idiler konar-göçer değillerdi, denetimleri daha kolaydı. Bir kısmı zaten okur yazar idi. Oysa konar-göçer Türkmen ve Yörük taifeleri içinde hem okur yazarlık çok daha düşük idi hem de kontrolü denetimi biraz daha zor idi. Hem dini mezhebi manada hem de siyasi idari manada. Bunun da tesiriyle bazı ilim ehli avam da dinini rahatça öğrensin, hep alim yazıp alim okuyor olmasın diye Arapça eserler telif etmekle yetinmeyip, Türkçe de yazmış veya tercümelerde bulunmuşlardır. Keza ta ilk asırdan hatta beylikler devrinden beri Türkçe tefsirler var idi. Ve malumdur ki, televizyonun, radyonun, internetin, ve kahve ve kafelerin, stadyum ve sair abesle iştigal-hanelerin olmadığı o devirlerde bilhassa işin gücün bittiği akşamlarda insanlar mahalle veya köy odasında ya da çadırda toplanır ya bu dini eserleri, ve bazı gazavatnameler ve destanları okutur (ki, her taifede her zaman okur yazar olan birileri bulunurdu) ilgi ve merakla dinlerlerdi. Ama imam okurdu ama müderris okurdu ama yeri gelir bir aile aşiret veya aile büyüğü okurdu. Bu adet bizim çocukluk yıllarımıza kadar Anadolu’da yaşayagelmiştir, bizzatihi şahit olup tecrübe edegeldiğimiz hadisedir.[15] Kısacası, okur yazar oranı ister yüzde on ister daha az olsun, ister birileri gibi mübalağa yapalım hadi yüzde bir olsun; geri kalan kesimi irşada kafi idi bu okur yazarlar. Sözgelimi, Birgivi’nin yazdığı Türkçe risale müstensihler eliyle çoğaltılıp evvela medreseliye sonra da avama kısa sürede ulaşabilmekteydi. Nitekim Birgivi ‘Seyf-i Savarim’ini halkı para vakfı ve ücretle Kur’an okutmadan sakındırmak için yazmıştı. Halka ulaşmayacağını bildiği bir şeyi yazması abes olurdu.. Peçevi’de Ebu Suud’un, Birgivi’yi halka bu hususta halka vesvese verdiği gerekçesiyle çağırıp ikaz ettiği ama ikna edemediği nakledilir. Demek ki alimlerin eserleri, bırakın Türkçe olanı, Arapça olanları bile ulema ile avam arasında bir tür aracı olan çeşitli medreseli ve ilmiye mensubu tarafından halka anlatılmaktaydı..
Devam edecek olursak; Osmanlı’da konar göçerlerin din ve örflerine dair ana gövde, iskelet ve omurga ‘İslam-Ehli Sünnet Medreseleri’ idi. ‘Din ve Mezheb’ idi. ‘Ehli Şeriat’ idi. Bu, bahsettiğimiz üzere tüm Müslüman Türkler’de ta İdil Bulgarları ve Karahanlı’dan beri böyle olagelmişti. Ve bundan sonra ne gelirdi, denecek olursa.. Ta Selçuki ve Beylikler devrinden itibaren ‘Kolonizatör’ ve ‘Sufi’ hatta ‘Cihad eden’ Türk Dervişleri’nden söz etmek mümkün.[16] Bu Sünni mutasavvıfenin de belirli bir yeri vardı. Bilhassa Türkmen ve Yörükan arasında. Bellidir ki, Osmanlı bu göçer taifeleri Şii-Batıni sufizmin kucağına düşmesinler diye Sünni sufizmini desteklemiştir.[17]
Şah Hatai divanı veya Nesimi şiirleri ve sair şiirlere bakıldığında rahatlıkla görülmektedir ki, doğrudan şia ve alevilik daveti yapılmaktan ziyade, nefse ve insana, eşyaya dair derin söylemlerle ve gayet süslü ve irfani bir surette bu akide zerk edilmekte idi. Buna devletin bazı icraatlarını ve bazı zamanlardaki bazı lokal istismar ve zulümleri (vergi, tehcir vs) de malzeme yaptıklarında göçerler üzerinde tesiri daha da artmakta idi. Bundan sebeb olsa ki, devlet Sünni Tasavvuf’u her zaman desteklemiş ve kontrol etmeyi de ihmal etmemiştir. Ehli Sünnet dışına taşan baba, dede ve şeyhlere gerektiğinde müdahale etmeyi de ihmal etmemiştir.[18]
Zaman zaman Medreseli ile Tekke ehli arasında bazı fikri ve siyasi çatışmalar olduğu gibi, Tekkeler arasında da aynı durum vuku bulmuştur. Lakin neticede her devirde medrese galebe çalmış ve tekkeyi terbiye etmiştir. Ta Osman ve Orhan Gazi devrinden itibaren yani kuruluştan beri bu medrese-tekke sürtüşmesi, daha doğrusu, sufilerden Ehli Sünnet dışı olanlarının budanmasına dikkat edilegelmiştir. Zaman zaman türeyen Abdal, Torlak, ve Işık’ların tasavvuf perdesi altında yayılmasına asla müsade edilmemiştir. Hurufiler, Batıniler, Şii-Rafıziler, Seyh Medreddin, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa, Hamza Bosnavi, Niyazi Mısri gibilere göz açtırılmamıştır. Çeşitli cezalandırmalara gidilmiştir. Bununla birlikte, Ehli Sünnet olan Hacı Bayramı Veli, Aziz Mahmud Hüdai, Ebul Huda Sayyadi gibiler her devirde; Müftü Molla Hüsrev, Müftü Fahri Acemi, Seyhülislam Ebu Suud ve İmam İbrahim Halebi, İmam Birgivi, Hoca Sadettin Efendi gibi medreseliye yakın bir itibarda varlık göstermiştir.[19]
“Din”, “Mezheb”, “Tarikat”.. Şimdi biraz da Türkmenler ve Yörükler arasındaki bir kısım “Adetler”e de göz atalım. Bu konu da aynı şekilde, öyle bir yelpaze ki; “herhangi bir kol, oba, aşiret veya beldenin” adetleri diye bile ele alınsa her birinden bir kitap çıkacak kadar sahası geniştir. Ve aynı şekilde, “hangi dönem” sorusu da ayrı bir yer işgal eder.[20]
Türkmen ve Yörük taifelerinin örf ve adetleri konusu çok geniş bir saha olup, ‘Herhangi bir kol, aşiret veya beldenin’ adetleri diye bile ele alınsa her birinden bir kitap çıkacak kadar inceleme alanı geniştir. Ve aynı şekilde, ‘Hangi dönem’ sorusu da ayrı bir yer işgal eder. Evvela Osmanlı dönemi, sonra da Laik Cumhuriyet dönemi diye genel bir ayrımdan sonra, ayrıca diğer bir takım dönemsel ayrımlara tabi tutmak gerekecektir. Mesela zorunlu iskan uygulamasından öncesi ve sonrası diye.. Yani, hangi belde veya hangi taife dedikten sonra ayrıca bir de, hangi devir hangi dönem diye zamanı da sorgulamak ve asli kaynaklara bu nazarla bakmak gerekecektir. Zira hareket halindeki bu camiaların birbirleri ile ve diğer topluluklarla olan münasebetlerinin de çok tesirinde olduğunu düşündüğümüz bazı değişimler de işi daha çetrefilli hale sokar. Ayrıca, kahir çoğunluğu teşkil eden ‘Sünni’ konar göçerler ile, ‘Kızılbaş’ konar göçerler diye de ayırmak gerekir, ki, biz bu çalışmamızda umumiyetle Sünni Türkmen ve Yörükler’in folkloründen bazı kesitler sunacağız.
Buna binaen tüm Türkmen ve Yörükler’in tüm Osmanlı dönemleri boyunca sahip oldukları tüm adet ve gelenekleri ve halk inanışları ve çeşitli mit ve ritler hakkında sayısız kitap ve tez kaleme alınmıştır ve alınacaktır. Biz burada dipnotlarımızda da bazısını vermeye çalıştığımız çeşitli eserlerden derlediğimiz çok kısa bir özet sunmaya çalışsak bile meramımızı anlatmaya muvaffak olamayacağımız kanaatine rağmen, yine de bir deneyelim..
Sayısız âdet, inanış, atasözü ve deyimlerin; İslam mihengine göre bir değerlendirmesini yaparak bazı örnekler sunacak ve dipsiz bir kuyu olan bu engin sahada tadımlık bir kaç lokma ile iktifa edeceğiz. Yoksa, dediğimiz gibi, ‘hangi belde veya aşiret’, ve ‘hangi zaman hangi dönem’ sorusu ile yola çıkılıp hususi bir eser hazırlanmadıkça, tüm konar göçerleri tasvir etmek imkansız gibidir.. Dipnottaki kitaplara da göz atılacak olursa, hemen her biri bir topluluğu veya beldeyi veya dönemi ele alacak şekilde mercek tutularak yazılmışlardır. Şimdi bu ve benzeri kaynaklardan faydalanarak vereceğimiz örneklere göz atalım.
Bazı adet ve inanışların aslında bizzatihi dinden olduğunu göreceğiz. Bazısının bizzatihi hurafe ve bid’at olduğunu, bazısının ise aslı astarı olmayan bir bidat olmayıp, bazı hakikatlerin tahrif edilmiş veya bir hakikatin batıl bulaşmış şekilleri olduğunu göreceğiz.. Ki, her iki türden hurafatın da, bir çoğunun aslında bu taifeleri alimsiz müderrissiz hocasız bırakan laik asrın meyvesi olduğunu da hatırlatalım. Elbette Osmanlı devrinde de bir kısım hurafat mevcut idi lakin sonraki yüz yıllık laik dönemde bir beş olmuştur. Medeni Türkler’in bile nasıl bir asimilasyona tabi tutulduğunu bizzat bilmekteyken, konar göçer Türkler’in çok daha fazla bidate hurafeye meyledebileceği gözden kaçırılmamalıdır, ve hala daha mevcut bazı çarpıklıklara bu cihetten insafla bakılmalıdır.
Evvela şunu belirtmek gerek ki; Türkmen ve Yörük taifelerindeki bazı adetler bizzat Kur’an ve Hadis’te va’z buyrulan emir ve yasaklara riayetten ibaret. Mesela “Yolda kalmışı ve misafiri” himaye veya ona ikramda bulunmak, ve buna ihtimam göstermek. Kur’an ve Sünnet’de ‘Yolda kalmış’, ‘Fakir’ ve ‘Miskin’, ‘Misafir’ ve ‘Yetim’in ve ‘Mazlum’un ve tüm ‘Mustazaflar’ın gözetilmesi emredilmiştir ve büyük sevap vaad edilmiştir.
“Tanrı misafiri” deyimi ile ifade edilen, Allah rızası için korunup kollanması veya bazı temel ihtiyaclarının giderilmesi gereken yabancıdır. ‘Hastaydım ziyaret etmedin, açtım doyurmadın..’ mecazî hadisi kutsisi, veya benzer bir çok beni İsrail menakibi az çok hepimizce malumdur. Veya ‘Misafire ikram edin’ meallerine gelen ve büyük sevap vaad edilen sahih hadisler kesretlidir.
Mesela cenaze-taziye evine üç gün boyunca en yakında ikamet eden komşuların sırayla “Yemek götürmek” adeti gibi.. Resulullah Aleyhisselam Cafer-i Tayyar Radıyallahuanh şehid olduğunda üç gün boyunca ‘Cafer’in ailesi acılıdır yemek götürün’ demiş, ve acılı şehit ailesinin bir de yemek yapma derdi ile bunalmamalarını temin etmiştir.
Bir çok adet var ki, farkında olaraktan veya olmaksızın, onunla Şer’i bir emre ve yasağa riayet edilmektedir. Keza atasözleri veya darbı mesel diye maruf hikmetli sözlerin çoğunluğu ve yine deyimlerin de bazısı; esasen ya bir ayetin ya bir hadisin kısa tefsiri, meali ve tabiri sayılabilir.
“İyilik yap denize at, bilmesin balık bilir Halık”. Bu atasözünde, ki tüm Anadolu Türkiman ve Yürükanı’nda görmek mümkündür; Allah rızası için hayır yapıp, riyadan kaçmayı emreden ayet ve hadislerin bir kısa tefsiri gibidir.
Mesela “Agılda oğlak doğar, çayırda otu biter” atasözüne göz atalım. Allah her canlının rızkını veren ‘Rahman’dır, ‘Rızka kefil’dir, ‘Kişi ölümden kaçar gibi kaçsa bile rızkı gelir onu bulur’.. Bu meallere gelen ayet ve hadislere ve tevekkülü vurgulayan ayet ve hadislere atıf vardır. Hakeza sayısız atasözümüz ve deyimimiz vardır ki; ya bir ayetin ya bir hadisin tefsiri gibidir. Hakkı hakikati anlatmak isteyen hikmetlerdir..
Mesela “Erkeğin önüne geçmemek”. Bu esasen, hem erkeğin reis tayin buyrulduğu ayet ve hadislere bir atıf hem de kaç-göç haremlik-selamlık babında bir İslam örfüdür. Kadının her türlü göz tacizinden korunmuş olmasını sağlar, ve erkeği olası göz zinasından da korur, ve bu gibi çeşitli fitnelere karşı güzel bir adettir, ve de kesinlikle kadını tahkir için değildir.
“Ekmeğin kutsallığı”; ki, Osmanlı vesikalarında Şeriyye Sicilleri’nde vs de sıkça rastlarız “Nan-ı Aziz” lafzına. Ve halk arasındaki “Su gibi Aziz ol” duasındaki azizlik ve kutsallık.. Esasen bunlar da doğrudur. Yani şöyle ki; Allahu Teala tarafından ‘Rızkın gökte olduğu’nun beyan buyrulduğu ayete binaen kutsallık atfedilmiş olsa gerek. Malumdur ki rızık deyince ilk olarak ekmek ve su akla gelir. Yine suyun da ‘Gökten’ yağıyor olması ve ‘Temiz bir su indirdik’ ayeti gibi ayetler de unutulmamalıdır. Ve keza, Aişe Radıyallahuanha validemizden menkul şu hadiste nan-ı aziz lafzının sünnetteki kökleri çok nettir; ‘ Resulullah Aleyhisselam bir gün haneme girmişti. Yerde bir ekmek parçası gördü. Hemen onu alıp silerek yedi. Ve ‘Ey Aişe! Kerim olana (Yani ikram edilene) hürmet et, zira şu ekmek, bir kavme küserse bir daha geri gelmez!’. Görüldüğü üzere hiç de öyle, Neo Mutezili bazı Mealcilerimizin ve Seküleristlerin hurafe deyip reddettiği gibi uydurma değil ekmeğin hörmetli oluşu!. Keza, suyun izzeti bahsinde; yağan yağmurda ıslanmak isteyen Resulullah Aleyhisselam’ın ‘Ondaki ahid bendekinden taze’ buyurmasını da hatırlatalım.
“Al basması”, yani lohusa kadına cin musallat olmasının da bir aslı vardır kaynaklarımızda. Yani ‘cinlerin bazen insanı rahatsız edebileceği’.
“Gulyabani” görmek. Esasen şöyle hadisler vardır kaynaklarımızda, ‘Ğuller çıkıp da renkten renge girdiğinde siz onlara karşı ezan okuyun’. Ve hemen ‘Şeytan ezanı duyunca yellenerek kaçar’ hadisini de hatırlatalım. Ezan’ın, bazı ruhî rahatsızlığı olanlara okunduğunda fayda veren bir rukye duası yerine de geçtiği malumdur. Alimlerimiz ğull için, yabanda kırsalda zuhur edip insanı korkutmak isteyen ifrit diye tarif etmişlerdir. Issız yerlerin ruhu da denir halk arasında. Alkarası ile de karıştırılır bazen. Gull, yani ‘Yaban cini’. Yakin Türkler ‘Gul-ü Yabani’ diyerek yabaniliği pekiştirmişler. ‘Yaban ğulü’ deyimi de bazı hala daha telaffuz edilir, lakin galat olarak ‘yaban gülü’ diye kullanılır, oysa belli ki eski bir deyim olan ‘yaban ğulü’; bahsettiğimiz üzere, sadece yaban ortamlarda görünmek gibi bir adeti olan cinlere denir. Bundan sebebtir ki, yaban ğulü gibisin; yani sadece yabanda bir görünür ve bir anda görünüp kaybolursun, seni görmem imkansız denmiştir. Yoksa, yaban gülü olsa, görülmesi o kadar da imkansız bir şey olmazdı. Diye düşünmek mümkün.
Önüne “Kara kedi” çıkmak veya araya “Kara kedi” girmek deyimi; kısmen doğru bir inanıştır, zira Ehli Sünnet Hadis kaynaklarında bazı ifritlerin kara köpek ve kedi suretine bürünebileceklerine dair hadis vardır.
Anaların kızlarına babaların oğullarına öğüdü diye maruf bir çok hikmetli söz vardır ki, bunların bir çoğu bir dini hükmü ifade eder aslında. “Heriften önce yatağa girme ve ondan erken kalk” sözü ile bir konar göçer anası, kızına aslında dindeki ‘Kocaya itaat ve hoş muamele’ emrini telkin etmektedir.
“İkide bir dilek için komşuya gitme” nasihati de yine, Peygamber Aleyhisselam’ın ihtida ettirip biat aldıklarına çeşitli islam şartlarını saydıktan sonra ‘İnsanlardan bir şey istemeyin’ diye eklediği hadisi şeriften alınmış olsa gerek. Veya ‘Veren el alan elden üstündür’ meallerine gelen hadislere de atıf olabilir.
“İbriğini eteğinin altında sakla” sözü de, bir anne tarafından kızına ‘Mahrem gözden sakınmak’ ve kaç-göç babında yapılmış hakikatli bir nasihattir. Eskiden evlerin dışında olan helâlara giderken, musluk olmayan bu dönemlerde tabii olarak ele ibrikle su alınırdı. Hanımların bunu göstererek yapmaması dine muvafıktır. Nitekim Asrı Saadet’te namazda da, kadınlar mescitde en arkada ayrı saf tutar ve secdeden başlarını da erkeklerin doğrulmasından sonra kaldırırlardı.
“Ocağı söndürmemek” diye övülen vefa ve kadirşinastlık, mahirelik-hamaratlık; bazılarının sandığı gibi yeniden kibrit veya çakmak taşı kullanıp israf etmemek yani tutumlu olmak manasında değildir, aslı şudur; yani yeniden tutuşturmaya gerek ve fırsat kalmayacak kadar çalışkan hanım olup devamlı ocağı yanıyor olmak. Ayrıca, bundan da önemlisi, yuvayı yıkmamak, basit sorunları bahane ederek boşanmayı tercih etmemek. Nitekim hadiste ‘Allahu Teala’nın sevmediği tek helal boşanmaktır’ buyrulmuştur.
“Suya bevl etmemek” de bazı hadislere binaen halk arasında yayılmış olsa gerek. ‘Durgun suyu kirletmeyi’ yasaklayan hadisler vardır kaynaklarımızda, ve ayrıca, isterse akarsu olsun, ‘Suya bevl’ de mekruhtur. Ve aynı şekilde ‘Akarsu bile olsa israf etmeden, iktisatlı kullanmayı’ emreden hadisler vardır.
“Gara Gura Çökmek” yani, uykuda karabasan yaşamak. Bu da az çok herkesin yaşamışlığı olan bir hakikattir, ifritlerin insana uykuda gelip çökmesi ve bağırmak isteyip de bağıramama durumudur.
“Atın artığının içilmesi”; bu zaten fıkhımızda mevcuttur, belli şartlarla atın artığı içilebilir veya gusl alınabilir. Zira at ‘Murdar bir hayvan değildir’, genellikle sığırla benzer hükme tabidir.
“Sömeleğin üzerinden geçilmemesi”; küçük çocuk ve bebeklerin ister beşikte olsun ister yerde yatarken veya emeklerken vs üzerinden atlanılıp geçilmez. Her ne kadar da büyümesine mani olacağı inancı batıl olsa da, ‘Tedbir ve emniyet’ açısından lazım bir dikkattir. Belli ki böyle bir gaye ile dikkat edilirken buna, zaman içinde bazı yanlış inançlara da dönüşmüş.
“Düş görmek” ve “Hayra yormak”; rüyanın bazısının sadık-hak rüya olduğuna dair ayetler ve hadisler vardır, ve yine hayra yorulması gerekdiği, her yorumun bir dua yerine geçeceği meallerinde hadisler mevcuttur. Türkmen ve Yörük taifelerinde ‘Ben bir düş gördüm’ diyen kişi, ‘Hayrola’ cevabını almadan asla anlatmaz. Ki, esasen sünnette tavsiye edilmiştir..
“Yağmur duası”; bizzat ‘Sünnet’te mevcuttur. Bazı konar göçerlerde bu bir kısım bidat ritüellerle karıştırılmıştır. Lakin yağmur için topluca duaya çıkmak, bizzatihi bidat değil aksine sünnettir.
“Nazar”ın varlığına inanmak ve sakınmak için okumak ve okunmak. Kur’anda da Hadisler’de de bahsi geçer. Tabi, nazarlık takmak veya at nalı vs batıl inançlardır.
“Sihir”in varlığına inanmak ve sakınmak veya bozmak için okumak veya okunmak da aynı şekilde Kur’an’da ve Hadisler’de geçer. Tabi, sihri yapan da yaptıran da küfre girer. Hatta alimlerimiz sihri sihirle bozmak gibi bir çözüm dahi küfürdür demişlerdir.
“Hayra Yormak”. Rüyada olduğu gibi, gündelik herhangi bir hadiseyi de hayra yormak, sünnette olan bir şeydir. ‘Uğursuzluğun olmadığı’nı beyan buyuran hadislerde ‘Lakin hayra yormayı severim’ diye buyrulmuş ve uğursuzluk diye bir şey olmadığı, lakin tabiri caizse uğurluluğun, yani hayra alamet olmanın varlığı haber verilmiştir. Tabi boyna asılan uğur denen totemler takılar değil, güzel sözdü hadiste kastedilen. Boyuna takılan her muska ve nazarlık, uğur vs bidattir, hatta şirk diye de beyan buyrulmuştur.
Bazı adet ve halk inanışları ise kadim dinlerin ve adetlerin birer devamı veya kalıntılarıdır, veya komşu din ve kültürlerden sirayet etmiş batıllardır, kimisi aslı bir hakikat iken tahrifata uğrayan kimisi de hiç yokken uydurulan bidat ve hurafelerdir.
Bu gayrı islami mit ve ritleri de dikkate alarak Türkçe tefsirler ve risaleler yazan; ve tercümeler yapan Ankaravi, Birgivi, Kadızade, Babadaği, Kefevi gibi Ulemamız; müderris, imam, ve diğer ehil veya okur yazar olanlar aracılığıyla avama batıl inanç ve ritüellerden sakındırmayı amaçlamıştırlar. Nitekim Osmanlı’da okur yazarlık oranı düşüktü diyenlere malum olsun ki; varsayalım ki okur yazarlık oranı yüzde beş hatta hadi olsun olsun yüzde bir olsun; o kesim diğer geri kalan yüzde doksan dokuzu irşad etmeye kâfi idi. Zira, mahalle veya köy odasında, çadırda çardakta insanlar toplanır ve varsa müderris, imam vs ilim ehli yoksa okur yazar bir aile veya aşiret büyüğü okur; diğerleri de dinlerlerdi. Bizim nesil bile, evet o jenerasyon çocukluğunda bu geleneği bizzat yaşamıştır. Hala daha yaşandığı yerler vardır. Ve bilhassa Arapça değil de Türkçe olan, bahsettiğimiz alimlerin eser ve tercümeleri hemen her okur yazar tarafından anlaşılır ve anlatılabilir kolaylıkta eserlerdir. Zaten, medreseli yazıp medreseli okuyor olmasın, herhangi bir müslüman da anlayabilsin, kolayca dinini öğrenebilsin diye Türkçe yazan veya Türkçe’ye tercümeler yapan alimlerin hedefinde; sadece şiilik, batınilik ve sairenin yayılmasını önlemek değil her türden bidat ve hurafenin, batıl inancın önünü alıp sahih bir akide ve fıkhı, hem şehirliye hem köylü ve göçere, tüm Müslüman Anadolu ve Rumeli halklarına öğretmek vardı. Lakin laik asırda yerli de göçer de bu imkanlardan yer yer mahrum kalmıştır ve mevcut bir çok hurafat bu dönemde zuhur etmiştir.
Batıl adet ve inançlara, mit ve ritlere misal olarak aklımıza gelenlerin bazısını şöyle sıralayabiliriz: Yatır haccı-tavafı, taşlar ve çaputlarla dilekte bulunmak, dilek ağaçları, ataların ruhlarından yardım isteme, uğursuzluk inancı, nazar veya sihirden korunmak için çeşitli totemlere sığınmak ve bu gibi konularda çeşitli tabular; ve bazı sayılar, vakitler, veya hayvan veya eşya veya yer veya isimlerle vs alakalı uğursuzluk inancı, bazı kutsal ağaçlar, bazı kutsal sular ayazmalar, güneş ve ay ve yıldız gibi çeşitli gök cisimleri ile alakalı bazı batıl inanışlar, alem ve hilkate dair bazı batıl inanışlar, nazarlık veya at nalı gibi eşyalar takmak ve bundan medet ummak ya da bu vesile ile korunacağına inanmak.. Bu gibi batıl inançlar da çeşitli beldelerde çeşitli taifelerde zaman zaman görülebilmektedir..
“Geceden tırnak kesmemek” ise, normalde mahzuru yoksa da, o devirlerde sağa sola sıçratılacağı karanlıkta veya loş ateş ışığında bu gibi hijyene uygun olmayan durumlara sebebiyet vereceği için makul bir şeydir.
“Salı’nın uğursuzluğu” inancı da “Safer’in uğursuzluğu” inancı da batıldır. Osmanlı’da vesikalarda Saferül Hayr diye yazılması, yani Hayırlı Safer denmesi de bu batıl inanca muhalefet etmek içindir. ‘Uğursuzluk yoktur’ hadisi sahih bir hadistir ve bu meselede Ulema’da tam bir İcma vardır. ‘Eşyada uğursuzluk yoktur, Safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur’ rivayeti de bir diğer hadistir bu bahiste. Hatta ‘Uğursuzluk’ inancı ve uğursuzluk çıkartma için ‘Şirktir’ denmiş bazı hadislerde.. “Kurşun dökme”; bidat bir iştir hurafedir. “Kel oğlum kel kızım”; çocuğu severken güzel evladım vs diye değil de nazara uğramasın diye böyle yalancıktan da olsa tahkir ederek sevmek de batıl inançtır, faydası da görülmez, nazar azalsa bile çocuk üzerinde ruhi cihetten hayırlı neticeler vermez. Doğrusu, ‘MaşaAllah’ dedikten sonra meşru çerçevede dilediği gibi övülebilir ve biiznillah nazardan da mahfuz olur, çocuk da sevinmiş olur.
“Gebelikle” veya “Lohusalıkla” vs veya “Doğum-Ölüm-Ruhlar-Gece-Gündüz-Hayvanlar-Bitkiler” ile kısacası çeşitli zaman ve mekan ve eşya ve durum hakkında çeşitli batıl inanç ve ritüeller vardır bölgeden bölgeye değişmektedir. Burada örneklediklerimizden başka da bir çok batıl denebilecek inanış ve uygulamalar çeşitli göçerlerde çeşitli biçimlerde karşımıza çıkabilmektedir.
Hemen eklemek gerekir ki; bu gün mevcut bir çok hurafatın laik asırdaki son üç dört kuşak içerisinde peyda olduğunu gözden kaçırmamalıdır. Ve ayrıca, nasıl ki dünyada şii toplumları tepkiseldir, bir meselede sünni avamda bir galat veya çarpıklık görülürse, aynı meselede şii avamında iki kat sapma görülmektedir tabiri caizse. Benzer şekilde, Anadolu Sünni konar-göçerleri arasında bir meselede bir hurafe görülürse aynı meselede Kızılbaş beldelerde tabiri caizse iki kat bidat ve galat görülmektedir. Maalesef..
Bunun akidevi ve sosyolojik nedenlerini ayrı bir makalede ele alabiliriz, ki nitekim “Osmanlı’da Şiilik ve Kızılbaşlık Meselesi” adlı mezkur makalemizde az çok bazı isbat ve izahlarımız olmuştu.. Lakin, orada da belirtmiştik, Sünni olsun Alevi olsun Anadolu ve Balkan Türkleri’nin hepsinde de bir çok insani haslet, misafirperverlik, cömertlik, ve sair fadla erdeme dair pek çok güzel huy ve adet görülebilir. Yani burada hepsinin de hakkını veririz bu manada.
Bazı mit ve ritler ise tahrif edilmiş hakikatler olduğu veya bir ihtiyaçtan doğup sonra çarpıtıldığı rahatlıkla fark edilmektedir. “Ateşi suyla söndürmemek”; aslında bir mahsuru yok, hatta ateşgedelerde ateşe tapan mecusilere muhalefet içinse, bazı bizzat suyla söndürmeli. Lakin suyun az bulunduğu yerlerde bu bir lüks ve israf olacağı aşikardır. Toprakla külle vs söndürmek daha kârlı bir çözümdür.. “Bebeklerin üstünden atlamamak” adetindeki gibi. Orada da belli ki aslında ilk çıkışında olası bazı kazalar, veya bazı yaşanmış ezilme hadiseleri ve sakat kalma vs görülegele gele sonunda bu adet peyda olmuştur, zamanla da çocugun büyümeyeceği bodur kalacağı gibi bir batıl inanca dönüşmüştür. Allahu A’lem..
“Meyve vermeyen ağacı kesmekle tehdit etmek”; Adam elinde balta veya kılıçla çıkar hiddetli bir şekilde meyve vermeyen ağaca tehditler savurur ve -yalancıktan- keseceğim bunu der, karısı da, adam kesme belki bundan sonra meyve verir der, ve hakikaten de genellikle, artık o seneden sonra yeniden meyve verir.. Bu uygulamanın dinen bir sakıncası olmasa gerek; Ve ilginçtir ‘Her şeyin kendi lisanınca Hak’kı zikrettiği’ mealindeki ayeti tasdik edip, metafiziği parapsikolojiyi ve yani gaybı bir şekilde tasdik eden, ve rasyonalist pozitivist materyalist küfrün kör gözüne parmak sokarcasına bilimi aklı aciz bırakan bir çok acaib hadiseden biri de budur ki; bu gün dahi çeşitli laboratuvar deneylerinde görülmektedir; normal ve eşit şartlar altında ilgi ve şefkat gören bitkilerin güzel büyüdüğü serpildiği, aynı şartlar altında hakaret görenlerin de solduğu veya bodur kaldığı hakikatini, yani ‘Nebatın da bir canı, ruhu veya şuuru veya lisanı olduğunu, kendi lisanıyla Hakkı zikrettiğini, çevremizdeki canlıların ve cansızların her birinin aslında bize şahitlik ettiği’ hakikatini atalarımız asırlar öncesinden keşfetmişler! Hatta cemadatın mesela suyun bile bizi anladığına dair deneylerle ortaya konmuştur.
“İneğe küsmek” de aynı ritüelin bir başka versiyonudur. Ama bu biraz daha farklı. Boğaya gelmeyen çiftleşmeyen ineği bir çeşit protesto ve ajite edici bir küsme ritüeli..
Bu tür, “Tabiatı canlı kabul etme” inancında Türkler ile Kızılderili toplumları arasında pek çok benzerliklerin mevcut olduğunu da eklemeden geçmeyelim. Burada hemen, ‘Uhud bir dağdır, o bizi sever biz de onu severiz’ hadisi şerifinde buyrulan hakikati hatırlayalım..
Bazı inançlar da taban tabana zıt olarak karşımıza çıkabiliyor bazı cemaat ve kollarda, mesela “Baykuş”; Anadolu göçerlerinde genelde vakitsiz öttüğünden olsa gerek uğursuzluk alameti sayılırken, kadim Oğuzlar’da ulu kuş olduğu ve şamanın başına tüyü takıldığı için ve de evin tavuklarına bıldırcınlarına musallat olmadığı için olsa gerek ki hala daha Sancaklı Yörükleri’nde saygı duyulan bir kuştur. ‘Eşyada uğursuzluk yoktur, Safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur’ hadisi bu konuda ışık tutacak bir çok hadisten birisidir sadece..
Böyle hak ya da batıl bir çok daha adet ve atasözü ve deyim ve halk inanışı vardır. Bu konuda verdiğimiz dipnotlarda ve sair kaynaklarda bölgeden bölgeye ve cemaatten cemaate değişen tarza sayısız örnek bulmak mümkündür.
“Tanrı hakkı” her şeyden âlidir. Sonra “Peygamber”e saygı gelir. “Ata-Ana” hakkı hörmeti bunu takip eder. “Veli-Hoca-Müderris-Pir” hakkı da öyle. Ademe de aleme de, ekine de nesle de edeble yaklaşan konar göçer Türkler, tabiri caizse her işinde bir racon bir mertlik-fütüvvet olan toplumlardır. Savaşta ayrı bir adab usul; dostlukta -hatta düşmanlıkta- ve, komşulukta, misafirlikte ayrı bir ahkam usul; düğünde ayrı cenazede ayrı.. Her işinde bir ölçü ve edeb vardır Türkmen ve Yörüklerin.
“Düğünde oynamamış, cenazede ağlamamış” deyimi ile, hayat tecrübesi olmayan ve edeb erkan yol yordam bilmeyen nâdan kimseleri kasteder konar göçerlerimiz. Zira her şey yerinde güzeldir, her şeye tepkileri vardır; ölü gibi anlamsız ve kayıtsız bir boşluk içerisinde bakmazlar hayata; cenazede acıda ağlar düğün şenlik zamanı da güler, kısacası tastamam sosyal ve görgülü insanlardır. ‘Resulullah Aleyhisselam’ın, ashabının taaccüb ettiğine onlar gibi taaccüb edip, güldüğüne de onlarla birlikte güldüğü’ne dair hadislere bakarsak bu tür atasözü ve deyimleri daha iyi idrak edeceğizdir.
Çoğu atasözü ve deyimlerin rastgele, laf olsun diye söylenmedikleri, bir çoğunun ya bir ayet veya hadise atfen, bir çoğunun da acı ya da tatlı çeşitli tecrübelerden sonra ona atfen ortaya konduğu bellidir..
Bunlardan başka, kız isteme, doğum, sünnet, düğün, cenaze, savaş, sefer, göç, afetler, hastalık ve bir çok meselede çok çeşitli adet ve inanışlar mevcuttur. Yemek kültürü, kılık kıyafet, şiir ve mani, halk -aslında harp- oyunları, at ve deve ve keçi ve koyun üzerine hayvancılık ile alakalı oluşmuş bazı adetler ve inanışlar, atasözü ve deyimler; göçler ve göç hikayeleri, dağlarla, yollarla, deniz veya ırmaklarla alakalı çeşitli inanış ve adetler; çeşit çeşit menkibeler, efsaneler, destanlar, türküler sagular vs.. Çok çeşitli adet, inanış, atasözü ve deyimlere dair söylenecek çok şey olsa da imkan kısıtlı olduğu için burada sonlandırıp bahsettiğimiz kaynaklara havale etmekle iktifa ediyoruz. Ve bundan sonra bu tür kaynakları burada kazandırmaya çalıştığımız nazar ile, böyle bir usul-metod ile okumayı tavsiye ediyoruz.
Levent AKINCI
Psikolojik Danışman – Tarih Yüksek Lisans Öğrencisi
[1] Faruk SÜMER, “Türkmenler” ve “Yörükler” maddesi, DİA. / Ayrıca, bu isimlerin kaynağı ve mahiyetine dair Sahure ERGÜZEL, “Anayurt’dan Anadolu’ya Türkmen Adı, Mahiyeti ve Türkmenler’in Anadolu’ya İskanı“, Marmara Üniversitesi Tarih Yüksek Lisans Öğrencisi, yayınlanmamış makale.
[2] Ramazan ŞEŞEN, “Onuncu Asırda Türkistan’da Bir İslam Seyyahı: İbni Fadlan Seyahatnamesi“, Istanbul, 1975. Eserin birinci kısmı İbni Fazlan Seyahatnamesi’nin (ss. 19-80), ikinci ve üçüncü kısımları ise Ebu Dülef’in Risale’sinin (ss. 80-92) ve Mervezi’nin eserinin Türkler’le alakalı kısmının (ss. 95-108) çevirisini ihtiva eder. / Ahmet ŞİMŞİRGİL, “İlk Müslüman Türk Hükümdarı İlteber Almış Han“, Resmi sitesi. (http://ahmetsimsirgil.com/ilk-musluman-turk-hukumdari-ilteber-almıs-han/ )
[3] DİA, “Satuk Buğra Han” ve “Karahanlılar” maddesi. / Mertol TULUN, “El-Kamil Fi’t-Tarih” İbnül ESİR, İstanbul, 2008. / Osman TURAN, “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih“. M.F. GRENARD. Tercüme, Ülkü Dergisi, 1939-40. / Osman TURAN, “Selçuklular ve İslamiyet”, İstanbul, 1971. / Hakkı Dursun YILDIZ, “İslamiyet ve Türkler“, İstanbul, 1976. / Ahmet Yaşar OCAK, “Türkler, Türkiye ve İslam“, İstanbul, 1999.
[4] Ahmet AKGÜNDÜZ, “Bilinmeyen Osmanlı“, OSAV, İstanbul,1999, s. 23-25. / Mehmet Fuat KÖPRÜLÜ, “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” / Halil İNALCIK, “Otman Baba ve Fatih Sultan Mehmed“, Doğu Batı Dergisi, Makale. / Ahmet ŞİMŞİRGİL, “Kayı-1“, Ktb Yayınları, İstanbul, 2008, 14 nolu dipnot. s. 202. Hocamızı tebrik ediyoruz mühim bir şüpheye cevap vermiş, lakin daha da açılması, tafsilatlıca ele alınması şart olan bir meseledir. Zira bazıları kuruluşta Şiilik-Kızılbaşlık da vardı derken, yine bazıları da Bizans taklidi söz konusu idi diyor, ve bu babda başka da şüpheler ortaya atılmaktadır.. / Ahmet Yaşar OCAK, “Türkler, Türkiye ve İslam“, İstanbul, 1999. / Mehmet Fuat KÖPRÜLÜ, “Anadolu’da İslamiyet“, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005, s. 70, 115 nolu dipnot. / Levent AKINCI, “Osmanlı’da Şiilik ve Kızılbaşlık Meselesi“, Marmara Üniversitesi, Tarih, Yüksek Lisans Öğrencisi, İnternette ADIMLAR Dergisi, ve ADALETTERAZİSİ Dergisi resmi sitesi, Makale, İstanbul, 2015.
[5] Ahmed REFİK, “Anadolu’da Türk Aşiretleri“, İstanbul, 1930, s. 29-30, 52-53. Ve diğer bir çok kısımlarda alakalı mühimme hükümleri..
[6] Şah Veliyullah DEHLEVİ-İmam NABLUSİ-Celaleddin SUYUTİ-Şeyh DAVUT-Sadık HASAN HAN, “Mezheblerin Doğuşu ve İçtihad Tartışması“, Pınar Yayınları, İstanbul, 1992. / Hasan GÜMÜŞOĞLU, “İslam Mezhebleri Tarihi“, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2009. / Muhammed EBU ZEHRA, “Mezhebler Tarihi“. / Bu bahiste, yani mezheblerin zuhuru ve yayıldıkları memalik ve akvama dair çokça eser ve araştırma kitabı ve tez mevcuttur..
[7] Rıza ZELYUT, “Osmanlı’da Karşı Düşünce ve İdam Edilenler“, Yön Yayıncılık, İstanbul, 1995. / İskender PALA, “Şah ve Sultan“. / Bu türden iddiaları kimisi Hümanizm adına, kimisi ‘Türkçülük’ adına, kimisi ‘Şiilik’ alevilik adına kimileri de sözde ‘Bilimsel tavır’ olarak ortaya atmakta ama ne şia ile sünniliğin arasındaki dipsiz uçurumu doldurabilmekte bu devasa gediği kapatabilmekteler, ne de Osmanlı’nın sadece adındaki “Osman” ismiyle bile Ehli Sünnet mührünün olduğu hakikatini perdeleyebilmektedirler..
[8] Levent AKINCI, “Osmanlı’da Şiilik ve Kızılbaşlık Meselesi“, Marmara Üniversitesi, Tarih, Yüksek Lisans Öğrencisi, İnternette ADIMLAR Dergisi, ve ADALETTERAZİSİ Dergisi resmi sitesi, Makale, İstanbul, 2015,
[9] Faruk SÜMER, “Yörükler“maddesi DİA. / Tufan GÜNDÜZ, “Anadolu’da Türkmen Aşiretleri“, Bilge Yayınları, Ankara, 1997, s. 107-117. / Cengiz ORHONLU, “Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskanı“, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1987, s. 20.
[10] Ahmed REFİK, “Anadolu’da Türk Aşiretleri”, İstanbul, 1930.
[11]Ahmed REFİK, a.g.e. s. 29-30
[12] Ahmed REFİK, a.g.e. s. 52-53.
[13] Ahmed REFİK, a.g.e. s. 79-80.
[14] Ahmed REFİK, a.g.e. s. 99.
[15] Levent AKINCI, “Osmanlı’da Türkçe Dini Kitaplar Nelerdi, Ve Neden Türkçe“. Haber Seyret Tv sponsorluğunda You tube videosu. Osmanlı Hanefi Uleması’ndan Birgivi, Halebi, Kadızade, Kefevi’ye ait vs Türkçe ya da Türkçeye terceme eserler hakkında malumat.
(https://www.youtube.com/watch?v=oBwAOQr16i0)
[16] Ömer Lütfi BARKAN, “İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler“, Vakıflar Dergisi, S, 2, Ankara, 1942, s. 279-304. / Mehmet Fuat KÖPRÜLÜ, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar“.
[17] Halil İNALCIK, a.g.e.
[18] Rıza ZELYUT, a.g.e. / Levent AKINCI, “Osmanlı’da Şiilik ve Kızılbaşlık Meselesi“, Marmara Üniversitesi. Tarih. Yüksek Lisans Öğrencisi. ADIMLAR Dergisi ve ADALETTERAZİSİ Dergisi resmi sitesinde yayında makale, İstanbul, 2015.
[19] Mehmet Fuat KÖPRÜLÜ, a.g.e. s. 63-77. / Halil İNALCIK, a.g.e. / Fahrettin ÖZTOPRAK, “Oğuzların İsyanı ve Babai Türkmenler“, T.A.V, İstanbul, 2012, s. 259-260.
[20] Mehmet AYDIN, “Bayat Boyu Ve Oğuzların Tarihi“, Hatiboğlu yayınevi, Ankara, 1984, s. 91-144. / S.G.AGACANOV, “Oğuzlar“, Selenge Yayınları, İstanbul, 2002, “İkinci Bölüm: 10-13. Yüzyıllar Arasında Oğuz Ve Türkmen Boylarının Sosyal Yapısı”, s. 128-179. / “1. Akdeniz Yöresi Türk Toplulukları Sosyo-Kültürel Yapısı ‘Yörükler’ Sempozyumu Bildirileri“, Antalya, 25-26 Nisan 1994. / Ahmet GÖKBEL, “Anadolu’da Varsak Türkmenleri“, Atatürk Kültür Merkezi. / Mustafa CEMİLOĞLU, “Bursa Dağ Köylerinde Türkmen Kültürü“. / Ömer Faruk DİNÇEL, “Yörük Ve Türkmen Diyarı Bursa Dağ Yöresi“. / Metin ÖZER, “Sancaklı Yörükleri“, Umay Yayınları. / Mehmet ERÖZ, “Yörükler“, TDAV, İstanbul, 1991. / “. Hayati BEŞİRLİ-İbrahim ERDAL, “Osmanlı’dan Cumhuriyete Yörükler Ve Türkmenler“, Ankara, 2008. / M. Tayyib GÖKBİLGİN, “Rumeli’de Yürükler Tatarlar ve Evladı Fatihan“. / Ahmet Yaşar OCAK, “İslam Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü“. / Burhan OĞUZ, “Folklor ve Etnoğrafya Araştırmaları“, 1984. / Ayşe ÖZCAMUŞ, “Adıyaman Merkez Ve Çevrelerindeki Adak Yerleri Ve Uygulamaları“, 2007. / İsmail BOZKURT, “Anadolu Türk Aşiretleri“, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2010, On birinci bölüm: Halk İnanışları. S. 173-200. / Türkmenler ve Yörüklerin inanç ve gelenekleri üzerine daha bir çok kitap ve tez hazırlanmıştır.